26 Ağustos 2011 Cuma

Gecikmiş Bir Yazı: Can Babaya İthafen


Eğer ilkokuldayken edebiyattan ve sanattan anlayan bir öğretmeniniz olduysa çok şanslıydınız. Benim ortaokuldaki sınıf öğretmenim de tam da böyle birisiydi. Her sene okul tiyatrosu için gösteri hazırlardı. Her sene yedinci sınıflardan ekip kurduğundan, bizim sınıf da yedinci seviyeye gelince –sınıf öğretmenimiz olduğu için de– bizi seçmişti. Tabi eline metin alıp, ezberleyip tiyatro yapmak değildi işimiz. Ağzımızda kalem alıp, konuşma egzersizleri vardı mesela. Bir de duygu verme konusunda bir şiir ezberleyip, onu duygusuyla birlikte söylemeye çalışıyorduk ve bir aya yaklaşık bu egzersizi de yapmıştık. Bilirsiniz, öğrenci olmak ödevini, görevini yapmamaktır. Aynı şekilde ben de ne bir şiir bulmuştum, ne de çalışabilmiştim. Sağ olsun bir arkadaşımız şiir kitabıyla gelince ondaki şiirleri paylaşmıştık kendi aramızda. Hatta koyu milliyetçi bir arkadaşıma Nazım Hikmet’in Davet’i düşmüştü. Ben de Can Yücel’den Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim’i seçmiştim. Herkesin annelerine şiir yazdığı bir ortamda, babaya yazılmış bir şiir çok hoşuma gitmişti. Şimdi düşününce şiirimizde erkek hegemonyası nedeniyle genelde annelere şiir yazıldığını düşünüyorum. Genelde erkek çocuklarla, babalarının arası pek iyi olmamıştır. Aslında bu şiirde de onu hissediyorsunuz ama bu bile Can Yücel’in babasını sevmemesi için ve ona şiir yazmaması için bir neden olmamıştı. Tabi o zaman ne Can Yücel bilirdim ne de düşüncelerini, şiirlerini. Altıncı sınıftayken babama aldırdığım Nazım Hikmet’in tüm kitaplarını okumakla meşguldüm.

Daha sonraları Can Yücel’in sadece bir şair olmadığını, bir siyasi geçmişi olduğunu ve doğru gördüğü her şeyi söylediğini, dilinin kemiksiz olduğunu öğrendim. Şiirleri hala günümüzde ahlak dışı olarak görülen Can Baba’nın aslında bazı şeylere başkaldırdığını anlamak güç olmasa gerek. Zaten sosyalist bir şairin başkaldırmadığı zaman da hiç olmamıştır. Geçenlerde görmüşsünüzdür televizyonlarda, mezarı başındaki anma töreninde bir grup vasiyetidir diye şarap dökmüştü ve büyük olay olmuştu. Evet, Can Baba şarabı sever, sürekli de içen bir insandı. Vasiyeti miydi bilmiyorum açıkçası ancak birileri bu durumu haber yapıp, bazılarını galeyana getirmiş olmalı ki hemen ardından Can Baba’nın mezarı balyozla kırıldı haberleri çıktı. Hala demek ki yaşamasa bile Can Yücel ismi birilerine isyan adı gibi geliyor ve birilerini rahatsız ediyor. Maalesef hala “Türkçede göte göt denemiyor.” Ancak Can Yücel’in argolu ve küfürlü dilini rahatsız edici bulmayan benim gibiler ve tabi aynı zamanda politik düşüncelerini de savunan benim gibiler Can Babamızı savunmaya, yüceltmeye devam edeceğiz; balyozlasalar da bizi.

25 Ağustos 2011 Perşembe

Fenerbahçe'ye Men Cezası

Dün akşamüstü saatlerinde Türkiye Futbol Federasyonu, Fenerbahçe'yi Avrupa Şampiyonlar Ligi'nden men ettiğini açıkladı. Öncelikle koyu bir Fenerbahçeli olduğumu belirteyim fakat ben kim haklı kim haksızdan dem vurmayacağım. Kimsenin bakmadığı belkide bakmak istemediği bir açıdan bahsetmek istiyorum.

Dün verilen karardan önce kapitalizmin koyu lokomotiflerinden Uefa, temsilcisini ülkemize yolladı. Neden kapitalist dedim, sebebi çok para kazandıran yahut daha önemli takımların maçlar içerisinde kollandığı, oyuncu sendikalarının kaale alınmadığı, başkanlık seçimlerinin her ülkeden değil belirli ayrıcalıklara sahip ülkelerden seçilmiş olan idarecilerin oylarıyla yapılması, bazı ülkelere ikinci üçüncü sınıf muameleler yapılması, futbolun bir endüstri haline gelip yozlaşması için her gün göstere göstere insanlık suçu işleyen ve kara para aklayan sponsor firmalarla ortak işler yapması ve onlara kucak açmasıdır. Bunun yanında daha önce şikeden ceza almış olan fransız, italyan ve yunan takımlarının davalar sürecinde rahat rahat Şampiyonlar Ligi'nde oynadığı hatta kupayı kazandığı bile olmuştur. Son olarakta Dünya Kupası Dubai'ye peşkeş çekilmiştir bazı seçimlerde de rüşvet verildiği ortaya çıkmıştır. Öyle trajik bir durum ki şehir nüfusundan yüksek kapasiteli stadların inşası yapılmaktadır Dubai'de ve açıkça da kupadan sonra yıkılacağı ilan edilmiştir. Neden diye sormaya bile yeltenmeden euro ve dolar sembollerini görür gibi olmuşsunuzdur. Böyle bir kurum temsilcisini ülkemize yollamıştır fakat daha şüpheli avukatlarının bile sınırlı gördüğü gizlilik kararının henüz kaldırılmadığı bir davada etik kurulun yeterli delil yok demesiyle ceza ver(e)mediği bir ortamda her nasılsa şikeye ikna olmuştur. Kaldı ki görüşme bir saat sürmüştür deliller kanun suçu işlenerek gösterilse bile incelemeye yetecek bir vakit yoktur keza bir dosyanın incelenmesi en az 6-8 saati bulmaktadır ki en az 30 dosya vardır.

Gelelim karara; Uefa Federasyonu açıkca tehdit ederek men cezasını çıkartmıştır. Burada iki nokta bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak kanıma dokunmaktadır. Birincisi Türkiye Futbol Federasyonu Turgut Özal'ın çıkardığı yasalarla o dönemden beri Türkiye Cumhuriyeti'nin özerk bir kuruluşudur. Tıpkı Türkiye Büyük Millet Meclisi gibi. Türkiye Cumhuriyeti'nin özerk bir kurumunun böyle kapitalist bir kuruluş tarafından açık açık tehdit edilmesine göz yumulması, karşı koyulmaması, şikayet edilmemesi, tepki gösterilmemesi ve en rahatsız edici boyutuysa korkularak dediğinin yapılması. Böyle özerk ve korkusu olmaması gereken kimseye eyvallahı olmayan bir kurumun şahsiyetsiz bir şekilde yaptırıma gitmesinden yola çıkar isek bunun siyasi alanlarda da olup olmadığına dair bize büyük bir soru işareti vermektedir. İkincisi ise bu öyle bir korkudur ki Şampiyonlar Ligi'nden men etme yaptırımına sahip olmayan federasyonun bunu yapabilmesidir. Bunun yanında bugün birkaç saat içinde yapılacak Şampiyonlar Ligi kura çekimine Trabzonspor başkanı Sadri Şener gidememiştir sebebiyse şikeye teşebbüs sebebiyle yurtdışı yasağının olmasıdır fakat bugün birkaç saat öncesinde bu hukuki yasakta kaldırtılmıştır. Yani Türkiye Cumhuriyeti hukukuna da müdahale edilmiştir Uefa tarafından. Geriye kalan tek kurumsa yozlaşmış siyasetimizdir, onun da bağımsız hareket etmediği ortadadır.

Tehlike sadece içerideki cemaatleşme değildir, dışarıdaki yaptırım gücü ve içerideki uyutma politikasıdır. İnsanın kafasında bin bir tilki dolaşıyor. Bu soruşturmanın seçim arkasına ötelenmesi zaten siyasi güdümlü olduğunu ve iktidarın oyuncağı olacağını bize göstermektedir. Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım ve Beşiktaş Asbaşkanı Serdal Adalı'nın, Başbakan'ın damadı olan Berat Albayrak'ın Ceosu olduğu Çalık Holdingin büyük bir arzuyla talip olduğu 4.000.000 euro değerindeki helikopter ihalesini alması( Çalık Holdingi Atv ihalesindeki peşkeşten hatırlayacaktır okuyanlarımız ) mıdır yoksa Karadeniz'e yapılacak yeni 10.000 adet HES ile çıkabilecek infialin önüne geçilmesi için Trabzonlulara verilmiş bir sus payı oyalama aracı mıdır ve ya Başbakan'ın hayatında ilk kez cesurca Avrupa ve Amerika'ya Somali'den yaptığı giderin faturası mıdır tıpkı Davos ertesinde gerçekleşen Mavi Marmara gibi. Federasyon başkanının cemaate yakın olduğu bilinmektedir. Gençlik ve Spor Bakanının dile getirdiği gibi Federasyon kadrosunun silme değişeceğide kadrolaşmayı işaret etmektedir. Bu davanın gündem boşaldıkça soğuduğu gündem yoğunlaştıkça ısındığı dalgaların başladığı göz ardı edilmemelidir. Suriye'de uygulanan politikanın Türkiye'nin geleceği için hayati önem taşıdığı bir dönemde bunun konuşulmaması ve hepsinden önemlisi CUMHURİYET TARİHİNDEN BU YANA BELİRLENMİŞ OLAN BÜTÜN DOĞAL SİT ALANLARININ YENİDEN GÖZDEN GEÇİRİLMESİ KARARI. Bunun denetimsiz, kapalı ve güdümlü ihalelerinin yanında büyük bir önemi vardır. Lisanssız HES'ler için sit alanı ilan edilmiş, akarsu, tepe vb. hayatımızı sürdürmemizi sağlayan temiz su ve temiz oksijen kaynaklarımızın kurutulmasına ve kirletilmesine sebebiyet verilmesidir. Avrupa'nın bin pişman bir şekilde kaçarak uzaklaştığı HES'ler bize pazarlanmakta daha doğrusu peşkeş çekilmektedir.

Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne yapılmış olan büyük bir hakaret ve aşağılama bulunmaktadır. İçeride ise yaşamlarımızı kısaltacak ve belkide bizi veya yakınlarımızı kanser edecek, gelecekte Somali'ye dönmüş bir ülkede/dünyada eziyet çekecek çocuklara yapılmış bir kötülüktür. Yandaş kadrolaşmasına göz yumma ve kamuoyunu uyutmadır. Ülkemizde yeterince olan farklı konseptlerdeki ayrışmaya kulüplerde katılmıştır. Bütün Trabzonsporlu, Galatasaraylı, Fenerbahçeli, Beşiktaşlı taraftarların birbirine destek çıkması, şark kurnazlığını bırakıp ülkesine yapılan haksızlığa tepki göstermesi gerekmektedir. Federasyona tepki göstermelidir. Fenerbahçe ya men edilmemelidir ya da ediliyorsa da küme düşürülmelidir. Sırf, Deniz Gökçe'nin yaptığı hesaba göre 100-150 milyon dolar zararı engellemek için şirketlerin kucağına düşerek Fenerbahçe'yi parasal getirisi için ligde tutmak bir skandaldır. Güneri Civaoğlu'nun da dediği gibi 'Türkün Türke Propagandası' hastalığını bırakıp ülkemizi savunmalı ve sesimizi doğru yerlere yükseltmeliyiz korkakça birbirimize yöneltmek yerine.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Manşetlerin Ardında Kalanlar: Nükleer Santraller


Çernobil faciası sonrası.

Ülkemizde nükleer santral yapılmasının planlanması aslında son birkaç yıldır başlamış gibi görünse de yaklaşık 30 yıla yayılmış bir plan mevcut. Aslında çok büyük enerjiyi sağladığı için, bizim de enerji açığımız olduğu için kendimizi dışarıya bağlamak yerine nükleer santral kurmak çok mantıklıca gelebiliyor insanlara ve politikacılara. Ancak nükleer atıkların bizi yüzbinlerce yıl boyunca tehdit edeceğini de hesaba katmak gerekiyor. Çernobil ve Fukuşima santrallerindeki sızıntıların o ülke ekonomisine yaptığı da cabası. Hala o santrallerin yüz kilometrelerce uzağında bir yaşam belirtisi ve yerleşim merkezi bulunmuyor. Hala o ülkelerde ve çevre ülkelerde yaşayan insanlar kanser tehdidiyle karşı karşıya kalıyor. Zaten ülkemizin özel konumu sayesinde güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi gibi yenilenebilir enerji sistemleri ülkemiz için oldukça rağbet edilmesi gereken enerjidir. Hem çevreye zarar vermezken, verimi yüksek ve maliyeti ucuzdur. Yapımı da nükleer santrallere göre daha kolaydır. ABD’de yaşanan 5,9 şiddetindeki depremden sonra da North Anna nükleer santralinde sorunlar meydana gelmiştir. Aslında burada bahsedilmesi gereken bir başka nokta daha var. Bizim nükleer planlarımız yaklaşık 30 yıl öncesine dayandığı için planladığımız yerlerden günümüzdeki araştırmalara baktığımızda fay hattı geçmektedir. Ancak bu durum bile umursanmaz hale getirilmiş, uluslararası şirketlere fay hattı üzerindeki araziler peşkeş çekilmeye başlanmıştır. Ülkemizdeki deprem sıklığını da göz önüne alırsak, nasıl büyük bir sorunun bizi beklediği aşikârdır. Ayrıca dünyanın gelişmiş ülkeleri de bu santrallerden vazgeçmiştir veya vazgeçmeyi planlamaktadır. İtalya, Avusturya, Danimarka nükleer santrallerini devre dışı bırakmışken; Almanya, Japonya, Rusya da yeni planlamalarıyla devre dışı bırakmaya hazırlanmaktadır. Özellikle Fransa gibi enerjinin % 80’ine yakınını bu santrallerden sağlayan devletlerin hemen bir çırpıda bu enerjiden vazgeçmesi mümkün değildir. Ancak dediğim gibi ülkemizin özel konumu bizi çok farklı, temiz, bol enerjili sistemleri kullanmaya teşvik etmelidir.
Çernobil'den bir görüntü.

CHP: Sol Gösterip Sağ Vuruyor


Sosyalist Enternasyonal’e girebilmiş Türkiye’nin tek partisidir CHP. Kendini sürekli solun adresi olarak görmüştür yıllarca da. Ancak solla bugüne kadar hiç alakası olmamış bir partidir de CHP. Ne 68 hareketinde ne de 78 hareketinde CHP olmamıştır. Sadece Deniz Gezmişlerin asılmaması için İsmet İnönü çaba harcamıştır. Onun bu çabası ülkenin böyle bir utanç yaşamaması içindir ama başarılı olamamıştır. CHP’nin Kürt sorununa bakış açısı, neo-liberal politikaları desteklemesi, felaket düzeydeki çevre politikasında soldan hiç eser yoktur. Belki Ecevit döneminde, solla yakınlaşmasını ve Ecevit’in İnönü’yü devirmesiyle bir gençlik ateşini yakmasını sola yönelme olarak sayabilirsiniz, ortanın solu kavramı olarak da kimi uzmanlar tarafından dillendirilmiştir.

Burada size birkaç isim vermek istiyorum, görüşümü sağlamlaştırmak için. İlhan Kesici, Lütfullah Kayalar, Canan Arıtman, Safter Edip Gaydalı, Turhan Tayan, Aydın Ayaydın, Aytun Çıray, Salih Sümer, Sinan Aygün, Mehmet Haberal. Bu isimlerin hepsi de CHP’de son iki seçimde aday olmuş milletvekili adaylarının isimleri. Çoğu da zaten milletvekili olarak seçilmişlerdir. Ancak bize sol olduğunu söyleyen CHP her nedense DYP-ANAP-MHP içinde siyaset yapmış insanları solun umudu olarak önümüze sürmüştür. “Cumhurbaşkanının annesi Ermeni’dir.” diyen bir Canan Arıtman’dan ne bekleyebilirsiniz ki sol adına? Ya da “Hepimiz Hrant değiliz, benim adım Sinan Aygün, biz Hrant değiliz.” diyen ve odasının duvarına TCK’nin 301. maddesini astığını açıklayan Sinan Aygün’ün sol bir partide ne işi vardır? Neşe Erdilek eşi olan sosyalist Necdet Bulut’un ölümünden sorumlu tuttuğu ve mahkemelik olduğu Mehmet Haberal, 12 Eylül öncesinden beri sağ kanatta yer almamış mıdır? Hadi bunları bir kenara bırakalım, koskoca CHP neden gidip Süleyman Demirel’in kendilerine akıl hocası olmasını istiyor? Fikri Sağlar gibi CHP’ye hizmet etmekten başka bir iş yapmamış sol bir politikacının Deniz Baykal döneminde tasfiye edilmesinden sonra yeni CHP, partiye tekrar davet etmiştir ancak başvurusunu yapan Fikri Sağlar, partinin içindeki sağcıların büyük itirazıyla davet edildiği partiye geri girememiştir. Yıllardır Alevilerin partisi olarak görülen, Alevi haklarını sanki savunuyormuşçasına oy bekleyen CHP’de Alevi kanaat önderleri var mıdır? Kemal Kılıçdaroğlu’na meydanlardan “Aman ha, sakın ha! Alevidir, oy vermeyin.” diyen başbakana neden sesini çıkaramamıştır? Alevi olarak bir başka milletvekili ise, türkücü Sebahat Akkiraz’dır. Ancak televizyon programlarında bu kişiyi dinlediyseniz, siyasetten ne kadar uzak olduğunu anlayabilirsiniz. Peki, hiç mi Alevi aday yoktu? Sol siyasetin içinde yer alan ve Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı da olan Ali Balkız, başkanlığı bırakıp aday adayı olmasına rağmen her nedense seçilememiştir. 14 tane sağ siyasetten gelmiş aday adayı milletvekili olabilmişken sol siyasetten sadece DİSK eski başkanı Süleyman Çelebi ve İHD’nin eski avukatlarından Sezgin Tanrıkulu milletvekili olabilmiştir.

Bir de İzmir konusuna da arada açıklık getirmek gerekiyor sanırım CHP’nin ne kadar sağa yakın olduğunu belirtmek için. Solun kalesi olan İzmir aslında DYP-ANAP ekseninin yani sağın kalesi olmuştur. Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra bir DSP’ye kayış olsa da özellikle AKP’nin güç kazanmasından sonra ve aynı zamanda DYP-ANAP’ın büyük bir kan kaybı yaşamasından sonra, İzmir’deki maddi durumu iyi olan sağ görüşlü seçmenler “şeriat ve din korkusu” nedeniyle CHP’ye kaymış ve sanki İzmir sola kaymış gibi görünmüştür. Ancak şu son seçimlere baktığımızda AKP’nin oyunun artmasının sebebi yoksul kesimde çalışması ve artık şeriat ve din korkusunun ortadan kalkmasıdır. Bu da AKP’nin bugün daha çok azimle çalışmasını sağlamakla beraber, CHP’nin kendi içerisindeki karışıklıklar yüzünden İzmir’i kaybetmesine neden olabilir.

Aslında burada bir de Deniz Baykal dönemini hafifçe ele almak gerekiyor. Yıllarca “Deniz Baykal yüzünden CHP oyunu arttıramıyor.” denmesine rağmen bir kısmı doğru olmakla beraber asıl solun oyunu vermemesinin sebebi CHP’nin içindeki sağcı adaylar ve sağ politikalardır. O zaman sola kör olan CHP, bugün ise büyük bir korku içerisindedir. Yeni CHP’nin yaptığı bazı projeleri –mesela kadın konusunda ve gençlik konusunda– göz ardı edemeyiz ve bir sola yöneliş olarak görebiliriz. Ancak özellikle bazı konularda –mesela Kürt konusunda– CHP’nin sadece “biz olsak, böyle bir sorun olmazdı” söylem mantığının arkasında çokbilmişliği değil, AKP’nin bu kadar güçlü olduğu bir ortamda politikaların ters etki yaratmasından korkulmasıdır. Aynı zamanda CHP içindeki o büyük sağcı güç de bu açıklamaların yapılamamasına neden olmaktadır. Bugüne kadar siyasi körlük yüzünden sağa yönelmiş ve sağın oylarıyla iktidar olacağını düşünen CHP, son seçimde ise bu büyük korkuyla yine sağ adaylara yönelmiştir. Bu seçimler aynı zamanda gösteriyor ki, CHP en doygun oy oranına ulaşmıştır. Bunun üstüne koyabilecekleri bu korkuyla ancak % 3 civarında olabilecekken, eğer sol kesimdeki seçmenleri de yenilenmiş, korkusuz politikalarıyla kazanabilirse işte o zaman AKP’yle yarışır bir hala gelebilecektir. Yoksa bu korkuyla CHP çok daha bize sol gösterip, sağ vurmaya devam edecek.

Manşetlerin Ardında Kalanlar: Sokak Müzisyenleri


Beyoğlu'ndaki sokak müzisyenleri.

Albüm çıkarmak müzisyenlerin en büyük amacı olarak görülmüştür sürekli. Geniş kitlelerce beğenilmek, dinlenilmek, düşüncelerini müzikle aktarabilmek… Ancak internetin hayatımızda büyük yer tutması ve albümlere kolay ulaşılması o büyük müzik endüstrisini çökertmiştir. Milyonlar satan müzisyenler elli bine razı olur duruma gelmişlerdir. Ancak bazı müzisyenler var ki politik duruşları veya sanattan anladıkları anlayışla kendilerini plak şirketlerinin malı olarak görmeyip sokakta müzik yapmayı tercih etmişlerdir. Sokak belki bir bakıma onları özgürleştirmiş müzik konusunda. Hatta o kadar ki kendilerine bir köşe başı seçip, müziklerinin kayıtlarını satmışlardır ve o anda canlı performanslarını da sergilemişlerdir. Çok da iyi sayılabilecek kesimlere ulaşmışlardır, tabi ki internetteki tanıtımları da buna yarar sağlamıştır. Bazı müzisyenler ise, müziğini internet üzerinden bedava sunup, konserlerden ve sokak başı performanslardan geçimini sağlamaktadır. Öyle havuzlu villalarında yaşamaktan çok kendi geçimini sağlamaya yetecek kadar para isteyen insanlardır daha çok. Hani bazı sanatçılar vardır hikâyelerini bilirsiniz sanat yapmak için yaparlar, yoklukla varlık arasında kalmışlardır. Bu mantıkla hareket eden insanlar topluluğudur aslında bu müzisyenler.


Ancak özellikle İstanbul’da ve daha çok Beyoğlu’nda müzik yapanlar son günlerde bir durumdan dolayı rahatsız. Polisin ve zabıtanın onlara sokakları dar etmesinden, sokakta müzik yaptırmamasından şikâyetçiler. Bandista, Alatav, Siya Siyabend gibi grupları duydunuz mu bilmem ama o gruplar bu sokaklardan çıkmışlardır ve binlerce takipçileri vardır. Ayrıca da benim listemde en çok dinlediğim müzik gruplarından olduklarını da söylemem gerekiyor bu durumda. Amfi kullandıkları için sokakta çalmalarına izin vermiyoruz dese de Beyoğlu Belediyesi aslında bu açıklama doğru değil. Tek başına ve bir tek klasik gitarıyla müzik icra etmeye çalışan Anıl Özbal isimli müzisyen de bu baskılardan şikâyetçi. Eskiden rahatça müziğini aktarabilirken bu son kısıtlamayla amfisi olmamasına rağmen o da müziğini icra edemiyor. Bu durumda Alatav, Bandista ve Siya Siyabend gibi grupların akıbetini hiç söylemeye gerek yok. Bir tek klasik gitara bile izin vermeyen zabıta ve polis, birçok müzik aletiyle müzik yapan böyle gruplara artık nasıl davranır siz düşünün. Aslında bir de amfiyi gürültü gibi algılayan bir belediye anlayışı da mevcut. Gürültüye karşı olduğunu söyleyen belediye amfilere kafayı takmış durumda.

Endüstriyel müziğe karşı olan bu müzisyenlerin manifestosundan birkaç bölüm aktarmak istiyorum: “Popçular uzak kalsın sokaklardan! Menajerlere, yapımcılara ihtiyacımız yok, uzak durun. Gerçek heyecanımızı satılığa çıkarmayacağız. Sokakta ses çıkarmak ve müzik yapmak özgürleşme eylemidir.”

Anlaşılan o ki, sokaklardan korkan iktidar partisinin belediyesi; tüm eylemleri, demokratik mitingleri engellemekten daha ileri gidip işi sadece müzik yapmak olan,  sokağı araba ve korna gürültüsünden arındırarak bir müzik festivaline çeviren müzisyenlerden oldukça rahatsız. Eğer bir gürültü, bir olay varsa sokakta onlar araba ve korna gürültüsü; egzoz ve gaz bombası kokusudur. Sokak müziği, sokağa hayatı getirmektir, endüstriyel müziğe bir tepkidir. Tabi ki müzikten ve sanattan anlayana!

Manşetlerin Ardında Kalanlar: Grevdeki İşçiler

Hakkını arayan işçilerin eyleminden.

Gündemimiz her gün o kadar farklı noktalara kayıyor ki yıllardır olan bir gerçekliği belki de sürekli gerçekleştiği için artık bazı büyük medya kuruluşları görmezden geliyor. Aslında bu dediğim biraz iyimser bakış açısı; belki de işçi hakları, grevler üzerine yayın yapmak istemiyorlar. Buna zorlanıyorlar belki iktidar tarafından ya da kendi işçilerine yansımasından korkuyorlar. Her ne olursa olsun medya kuruluşları –yani halkının yanında olmayanlardan bahsediyorum– büyük bir sorunu görmemezlik ediyor. Aslında şu anda o kadar işyerinde o kadar fazla işçi eylemi var ki sendikaların sürdürdüğü bilmem farkında mısınız? Karl Marx’ın artı değer hipotezini az çok bilen işçilerin bulunduğu işyerlerinde bir grev dalgası yayılıyor. Bazı işverenler bu sendikacıları işten çıkarıp, geriye kalanları püskürterek haksız yapılanmalarına devam ediyorlar. Çoğu işçi küçük yaşlarda, sigortasız şartlarda, asgari ücretin bile altında, kayıtsız şekilde çalışmaya zorlanıyorlar. Seslerini çıkaramıyorlar çünkü bu konuyu denetleyici bir kurum maalesef ortada yok. O üç kuruşa kendi emeklerini satıp, en azından birkaç giderini sağlamaya çalışıyorlar. Bir de tabi daha iyi şartlarda olup da devletin veya devlet kurumlarının kendi kurumlarından ettiği işçiler mevcut. En son örneği de Adana Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ndeki işçiler.

Polisin şiddetine maruz kalıp, beyin travması geçiren bir işçi.
Üniversite kendi işçilerini değerlendirmek yerine işleri halletmesi için bir taşeron firma bulmak için ihaleye gitmeye hazırlanırken, bu ihalenin olmamasına çalışıyor işçiler, ekmeklerinden olmamak için. Bunun için üniversite içinde eylemlerde bulunuyorlar, temel hakları olan örgütlenme haklarını kullanıyorlar bir bakıma. Aslında buradaki temel sorun Çalışma Bakanlığı ve Bölge Çalışma Müdürlüğü bu işçileri Çukurova Üniversitesi’nin işçileri olarak kabul etmesine rağmen her nedense hastane yönetimi işçileri kabul etmiyorlar. Taşeron şirketi zengin etmek isteyen bir anlayış bir bakıma düşünüldüğünde çünkü bu konuda bir açıklamaları maalesef yok. Peki, bakanlığın kararına direnen üniversite yönetimi suçluyken ne oldu dersiniz? Polisimiz eylemlere gaz bombasıyla dalmayı çok sevdiği için işçilerin haklı eylemine gaz bombası attı. Bunla da yetinmeyip resimdeki işçiyi fena halde darp edip, beyin travması geçirmesine neden oldu. İşçilerden 25’i tutuklandı. 5’i yaralandı. 200 işçiye de saldırdı. Polis terörü ya da AKP terörü diyelim buna yine gariban, sesi bir türlü duyulmayan işçi sınıfına vurdu.

Hala bu ülkede AKP’den çok şey bekleyen liberal bir kısım var maalesef ki. Siyasi ve toplumsal yaşamda bizi normal standartlara ulaştıracaklarını düşünen o liberal kısma sormak gerekiyor: Sizce bu kadar olay, bu kadar baskı sizce normalleşmek mi? Manşetleri bırakın gazetelerinde veya haber bültenlerinde en son haber olarak bile duyurulması gerekmiyor mu, bu haberlerin? Bu kadar baskı var anlaşılan medyanın üzerinde. Yeni medya düzenini çok iyi şekilde uyguluyorlar medya patronları. Buradan cesur, işinin hakkını veren gazetecilerin sesinin ulaşabilmesi için Manşetlerin Ardında Kalanları konuşmaya devam edeceğim.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Bir Duyarlılık Öyküsü: Barışın Anneleri


Barış Anneleri İnisiyatifi.

Kürt sorunu yıllarımızı aldı götürdü bizden. Sadece yıllar da değil, ülkenin geleceği olacak genç beyinleri de. Hem askerlerden hem de Kürt PKK’lılardan bahsediyorum gelecek olarak. 80’li ve 90’lı yıllara baktığımızda bu sorunun çözülmesi o kadar zordu ki. Kürt demek bile suç teşkil ediyordu. Ancak Türkiye yıllar geçtikçe bir gelişim süreciyle birlikte Kürt demeyi öğrendi, Kürtçe televizyonu açtı, meclisteki Kürt temsilcileri artık rahatça konuşabildi. Tabi meclis dışındaki Kürt temsilcilerin de konuşamayıp, hapishanede yatmasını da göz ardı edemeyiz. Ama yine de yıllardır savaşla bitirilmeye çalışılan bu sorun, yavaş yavaş bir gelişmeyle farklı boyutlar kazanmaya başladı.

Barış Anneleri canlı kalkan olarak hala sınır bölgesinde.
Burada sadece devlet veya sadece PKK yanlış yaptı, onlar çözümü sağlatmadı demek kendine düşen görevleri yapmayıp suçu başkasına atmaktan başka bir şey değildir. Bugüne kadar hem devlet hem de PKK büyük hatalara düşmüştür. Devlet faili meçhul cinayetlerle, Kürtleri topraklarından sürerek, Kürt aydınlarını tutuklayarak ve susturarak, Kürt kadınlarını ve gençlerini kurşuna dizerek bu hataya düşmemiş midir? Çözümün yolu silah mıdır? Eski özel harekâtçı Ayhan Çarkın’ın itirafları devletimizin hatalarını bize daha çok açıklıyor. Aynı şekilde PKK da sorunun çözümünün askerin ölmesiyle olacağını düşünmüş, oysaki devletimiz “Vatan sağolsun” cümlesiyle kendi suçunu örtbas edip, bu büyük acılarla kendi halkını yalnız bırakmıştır. Ayrıca da Ekim 2010’da yapılan bir röportajdan bahsetmek istiyorum. Ertuğrul Mavioğlu’na konuşan Murat Karayılan aynen şu cümleleri sarf etmiştir: Devlet bizi yenemeyecek ama biz de devleti yenemeyeceğimizi artık anladık.” Yani bu savaşın bir galibi olamayacağını bize söylüyor. Oysaki hala bu savaş devam ediyor. Gazetelerimiz sağolsun bize savaşın sona ermesi gerektiğini söylemek yerine birilerini vatan haini, katil ilan ediyor. Savaşın diliyle konuşuyor yani. Yıllardır yapılan savaşın, sınır ötesi operasyonların bir işe yaramadığını her nedense yazamıyor. Ama bu ortamda bile güzel şeyler olmuyor değil. Örneğin; Barış Anneleri İnisiyatifi.

Beyaz tülbent bırakarak operasyonların bitmesini istediler.
Çocuklarını, kocalarını kaybetmiş ve bu savaşta en çok ağlamış olan Kürt anneleri hem PKK’nın hem devletin bu operasyonları durdurması için sıfır noktasına yani sınıra gidip, bize barışın ne olduğunu hatırlatmıştır. Bu ülke toprakları üzerinde yaşayan halkların kadınlarının ne kadar cesur ve özel olduğunu bize hatırlatan hikâyelere bir yenisi daha eklendi sayelerinde. Size açıklamalarından birkaç cümleyi aktarmak istiyorum bu noktada: “Biz savaş istemiyoruz. Biz burada asker annelerine de sesleniyoruz; gelsinler bizimle birlikte olsunlar. Ne bir asker annesi ne de bir gerilla annesi ağlamasın artık. Asker de bizim çocuğumuz, dağdaki insanlar da bizim çocuğumuz. Bu mübarek ramazan ayında bu kadar Müslüman öldürülüyor. Bu kadar asker öldürülüyor. Başbakan bu savaşı durdursun artık.Ayrıca da Çukurca’da 8 askerin ve 1 korucunun öldüğü yerde de şu açıklamayı yaptılar: “Biz Kürt anneleri olarak bombaların patladığı yerdeyiz. Keşke askerlerin yerine bizim cesetlerimiz burada olsaydı. Sayın Başbakanıma sesleniyorum; annelerin gözyaşlarını dindir. Gel bu kanı durdur. Hem bu saldırıyı hem de TSK’nın Kuzey Irak’taki kamplara yaptığı hava harekâtını kınıyoruz.” ve Eskiden aşiretler arasında kavga çıktığında kadınların beyaz başörtülerini önlerine attıklarında kavgalar dururdu. Biz de beyaz tülbentlerimizi Başbakan Erdoğan’ın önüne atıyoruz. Artık bu kan bir an önce bitmeli, tüm anneler artık ağlamamalı.”
  
Son cümleden başlamak gerekirse başörtüsünün atılması özellikle doğu bölgesinde kavgaların, savaşların bitmesi için son sözdür. Kadın isterse o anda bu kavgayı bitirebilir. Kocalarının, çocuklarının anlaşamadığı bir ortamda anneler son sözü söyleme hakkını çok güzelce bir şekilde kullanıyorlar. Eğer asker anneleri de bu duyarlılıkla ve milliyetçilik söyleminden uzaklaşırlarsa erkeklerin oluşturamadığı bir barışı gözü yaşlı annelerimiz bize sağlayacaktır.

Bu noktada hem devletin hem de PKK’nın yapması gereken birçok şey var aslında. Devletin operasyonları durdurması, Kürt aydınlarını düşündükleri için tutuklamak yerine serbest bırakması, konuşmaya başlaması gerekir. Aynı şekilde PKK’nın da geri plana çekilip, BDP’nin barış için daha ön planda olması gerekiyor. Tabi bunun için PKK’nın ateşkes edip, devletin de BDP’yi sorunun çözümü için muhatap alması gerekiyor. Yoksa ramazan ayının bitmesiyle başlayacak kara operasyonlarıyla ve özel harekâtçı polislerin eline ağır silahlar ve zırhlı araçların verilmesiyle birlikte daha çok askerin ve PKK’lı Kürt gençlerinin ölmesine neden olunacaktır. Bunun yanında Kürt kelimesinin, Kürtlerin, Kürtçenin hem devletçe hem de medyaca baskıya uğraması kaçınılmaz olacaktır bu yanlış devlet politikalarıyla. Onun için bu kadar yürekli ve barışın diliyle konuşacak barışın annelerine, çocuklarına, kocalarına yani tek bir terimde toplamak gerekirse Barışın İnsanlarına çok ihtiyacımız var.

21 Ağustos 2011 Pazar

Abraham Lincoln ve J.F.Kennedy Arasındaki İnanması Güç Sır!

A-Abraham Lincoln'un kongreye secildigi yil 1846. 
John F. Kennedy'nin kongreye secildigi yil 1946.

-Abraham Lincoln'un ABD Baskani oldugu yyil 1860.
John F. Kennedy'nin ABD Baskani oldugu yil 1960.

-Her iki baskan da bir cuma gunu suikastta kurban gitti.
Her iki baskan da baslarina isabet eden kursunla oldu.

-Lincoln'un sekreterinin soyadi Kennedy idi.
Kennedy'nin sekreterinin soyadi Lincoln idi.

-Lincoln ve Kennedy guneyliler tarafindaan olduruldu.
Lincoln ve Kennedy'nin koltuguna guneyliler oturdu.

-Yerlerine gelen baskanlarin soyadlari J.Johnson'di.

-Lincoln'den sonra baskan olan Andrew Johnson'in dogum yili 1808'di.
Kennedy'den sonra baskan olan Lyndon Johnson'in dogum yili 1908'di.

-Lincoln'u vuran John Wilkes Booth'un doogum yili 1839'du.
-Kennedy'yi vuran Lee Harvey Oswald'in dogum yili 1939'du.

-Iki suikastcinin de 3 ismi vardi.

-Iki suikastcinin de isimlerinde 15 harf vardi.

-Lincoln, 'Kennedy' isimli bir tiyatroda vuruldu.
Kennedy, 'Lincoln' marka bir otomobilde vuruldu.

-Lincoln'u vuran tiyatrodan kacti, bir depoda yakalandi.
-Kennedy'yi vuran depodan kacti, bir tiyatroda yakalandi.

-Her ikisi de davalari baslamadan öldurüldu.

-Lincoln olmeden bir hafta once Maryland Monroe'daydi.
-Kennedy ölmeden bir hafta once Marilyn Monroe'ylaydi

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Muhaliflerin Başına Gelebileceklere Dair Uyarılar


Hopa'daki olaylardan bir görünüm.
Geçen gün bir sosyalist partinin broşürünü evimin kapısının önünde buldum. Herhalde zili çalıp, kapıyı açacak kimse evde olmayınca broşürü kapının tokmağına sıkıştırmışlardı. Broşür son Hopa olaylarıyla ilgiliydi, bu olaylarda tutuklananların son durumunu aktarıyordu. Öncelikle Hopa olayları neydi bir ona bakalım. Hopa’da miting yapmaya giden başbakanı ve yaptığı siyaseti eleştirmek isteyen muhalifler üç karayolu ötede özellikle HES’lerle ilgili itirazlarını dile getirmişlerdi. Bizim polisimiz de sağ olsun gaz bombasını çok sever eylem olaysız bir şekilde devam ederken gaz bombalarını ortaya bırakmıştı. Sonra daha büyük olaylar gelişti ve bir emekli öğretmen gaz bombası nedeniyle öldü. Arada şunu belirtmek gerekir ki dünya literatürlerinde gaz bombası bir kimyasal silah olarak kabul edilmektedir ancak bizim devletimiz öldürücü etkisi olan bu bombalarla demokratik eylemleri sabote etmektedir. Konumuza dönersek daha sonra eylem başbakanın konvoyuna taşındı. Bazı insanlar polisin tutumuyla provoke olup taşlarla başbakanın konvoyunu taşladı ve bir polis memuru da burada ağır bir biçimde yaralandı. Günlerce yoğun bakımda kaldıktan sonra tekrardan hayata döndü polis memuru.

Parasız eğitim isteyen gençler.
Asıl olaylar da bundan sonra başladı. Hopa’daki eylemde bulunanlar terör örgütü şüphesiyle gözaltına alındı. Aslında olayların olduğu yerde ne terör örgütleri vardı ne de illegal bir oluşum. Yasal partiler, kurumlar ve kuruluşlar başbakanı en doğal haklarıyla protesto ediyordu. Ancak işin garip yanı bu gözaltlarında yaşandı. Terör örgütü olduklarını gösteren deliller; ekmek bıçağı, Halka filmi CD’si ve çizgi filmleri CD’leriydi. Evet, taşlı bir eylem kabul edilemez tabi ki ama sırf muhalif oldukları için de terör örgütü oldukları söylenemez. Delillerin de saçmalığı ortada tabi ki. Sırf Hopa olaylarına bakmamız da bu konuda yanlış. Sosyalist örgüt ve parti yöneticileri Devrimci Karargâh örgütü şüphesiyle gözaltına alındılar tam tamına on bir ay boyunca. Hiçbir delil bulunamayınca geçen günlerde serbest bırakıldılar. Aynı şekilde başbakana mesaj göndermek isteyen iki genç “Parasız eğitim istiyoruz, alacağız.” afişini bir program esnasında açıp yine ne gariptir ki terör örgütü suçundan yargılanıyorlar. Herhalde parasız eğitimi sadece teröristler savunuyor. Daha içeride bu şekilde haksızca yatan insanlar varken ekmek bıçağının ve yasal film CD’lerinin bulunması terörize bir durum teşkil etmiyor herhâlde. Apaçık ortada olan şey muhaliflerin susturulmaya çalışıldığıdır. Bu yazıdaki durumlarla ilgili sesini açıkça belli eden tüm muhaliflere bazı uyarılarda bulunmak istiyorum. Evinizde sizi terör örgütü suçundan tutuklatacak her şeyi hemen çöpe atın. Hemen sakın illegal belgelerden veya teçhizattan bahsetmiyorum. Evinizdeki yasal film CD’leri veya bakanlıklarca basılması onaylanmış kitaplar ve dergiler de olabilir. Mutfak işleriyle uğraşıyorsanız yeni aldığınız bıçak takımı hatta meyve bıçakları, çatallar veya da toplu iğnelerin bulunduğu bir kutu. Neyse zaten anlayan anlamıştır ne demek istediğimi.

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Solcular Acaba Nerede ki?



Yıllardır solun en büyük güç kaynağı dil, din, ırk ayrımı yapmamasıdır ve sol bununla gururlanmıştır. Yeri gelmiş türban sorununun en ağır yaşandığı günlerde türbanın üniversitede serbest olmasını savunmuş; yeri gelmiş Alevilerin, Kürtlerin ve Ermenilerin yanında olmuş; işçilerin, öğrencilerin, işsizlerin, memurların, mağdurların bir araya gelmesine vesile olmuştur. Hatta kendi ülkesiyle sınırlı kalmayıp Filistin’i 1968’lerden beri savunmuştur. Çevrecilerle, transseksüellerle, gaylerle, lezbiyenlerle birlikte hareket etmiştir. Ancak şu son zamanlardaki Afrika yardımlarını ele alırsak, sol son zamanlarda her nedense büyük bir sessizliğin içine gömüldü. Şimdi sol derken kendini sol olarak görenleri kastetmiyorum. Örneğin; Hulki Cevizoğlu’nun Türkiye'de ekonomik kriz yaşanırken, nerden çıktı bu Afrika'ya yardım? Tam bir ayranı yok içmeye, tahterevalli ile gider Afrika'ya örneği.demesini kaile almıyorum. Bu kadar yakışıksız cümleyi savunmanın açıklaması yoktur. Zaten benim sol dediğim ulusalcı-milliyetçiler değil sosyalist cenahtır. Yıllardır dünya olaylarına sessiz kalmakla suçladığımız devletin bu sese kulak vermesine rağmen gerektiği yerde destekleyip, gerektiği yerde eleştirme erdemini niye kullanamıyoruz ki? Gerçekten de Afrika’ya yardımlar çok önemli ve bizim açımızdan güzel olaylar ancak solcular niye çıkıp “El Beşir’i yıllardır savunurken niye şimdi başladı bu yardımlar, ne değişti?” diye soramıyor. Niye kimse en azından halkın başlattığı bu kampanyaları desteklemiyor. Yıllarca muhafazakâr kesim Filistin için eylemler yaparken, solcular da meydanları inletirken, şimdi ne değişti acaba da artık haklının veya muhafazakârların yanında olamıyor solcular? Eğer sosyalizmin içine ulusalcılık kaçmadıysa –yani ulusalcılar gibi AKP’yi veya muhafazakâr kesimi doğru ya da yanlış yapmaları önemsiz olmak koşuluyla sürekli eleştirmek, doğrularını karalamak– bu sessizliğin bir manası yok.  Muhafazakâr kesimle aynı yönde olmaktan niye çekiniyoruz ki? Onlar din birliği yaparken, biz solcular her zamanki gibi haklının, ezilenin yanında olmamamızın bir anlamı yok. Evet, şunu eleştirebiliriz: Artık ülkemiz kapitalizmin oyuncağı olmaktan, kapitalizmin oyuncusu olmuştur. Bunun en büyük örneği de Somali’dir. Büyük bir kapitalist mantığıyla El Beşir’e kucak açarken hükümetin hümanist olduğunu sanmak büyük bir saçmalıktır. Ama bu durumda bile yıllardır hümanistliğiyle övünen solcular acaba nerede ki?

11 Ağustos 2011 Perşembe

Siyaset ve Atatürkçülük

Bu yazıyı yazmama vesile olan kapı kapı dolaşan derneklerden biri. Atatürkçülük ile ilgili misyonu olan bir dernekti adını tam hatırlayamadığım. Materyal satarken öyle bir anlatıyordu ki kadınla adam, şeriatçılara karşı savaşmaktan tutunda ülkeyi Atatürkçülükle yönetmeye herkesi Atatürkçü yapmaya kadar. Anlamış olduğunuz üzere istemediğimi belirtip kapıyı kapattım. Kapıyı neden kapattığımı da yazımı okuyunca anlayacak ve umut ediyorum ki hak vereceksinizdir.

İlk önce Atatürk ile başlayalım düşünce sistemine gelmeden. Atatürk en koyu Yunanlının dahi kabul ettiği bir efsane, tarihi bir şahsiyettir. Atatürk'ü Amerikan, İngiliz, Japon, Kürt, Rus her milliyetten insan sevmektedir. Tıpkı kulvarları farklı olan diğer tarihi kişilikler gibi.. Türkiye'yi kuran bir komutanı kim sever ki demeyin. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin vücut bulduğu bu topraklarda Kürt ve Türk ağırlıklı olan ve daha bir çok etnik topluluğa özgürlük verdiği ve de dünya demokrasisine çok önemli bir katkı sağladığı, Orta Doğu'da bir ışık olduğu için. Kapitalist olmayan ve hayatını boşlukta yaşamayan herkes sever.

Ülkemizde ağırlıkta olan genel bir kanıyada değinmek istiyorum. Kürt kökenli insanlar Atatürk'ü sevmez hatta nefret eder. Bu toplumda yanılgı yaratan ve Türk milliyetçiliğini şiddete sevkeden, ayrıştırma yaratan gerçek dışı bir söylemdir. Kürt kökenli insanlar bugün ağırlıkta olarak dört ülkede yaşamaktadır. Türkiye, Irak, İran ve de Suriye. İçlerinden hangilerinin her ne kadarda bazı sıkıntıları mevcut olsada özgür ve dünyaya adapte yaşadığını tahmin edersiniz. Bu sebeple bu söylem sadece ötekileştirmeyi doğurmaktadır.

Yukarıda da bahsettiğim üzere Atatürk tarihi bir kişilik ve bir efsanedir. Bu yüzden internette ve medyada sıkça gördüğümüz kimi siyasi kişiliklerle karşılaştırmaları tamamen cehalet ve yanlış kanalize etmeden ibarettir. Toplumda ayrışma ve huzursuzluk çıkartmak amaçlıdır. Tarihe mal olmuş bütün dünyanın saygı duyduğu bir savaş kahramanını kalkıpta alt tarafı hepi topu bir siyaset adamıyla karşılaştırmak ne akla ne de mantığa sığmaktadır. Bunun gibi Atatürk'ün Türk tarihine düşmanlığı olduğuda pompalanmaktadır bazı mercilerce. Sebep olarakta Osmanlı İmparatorluğu hanedanlarını ülkeden sürmesi olarak gösterilmekte.

Bununla beraber Atatürkçülüğü bir siyasi görüş olarak kullanmaya çalışmak ise ya büyük bir cehalet ürünüdür ya da Atatürk'ün istismarıdır. Atatürkçülük bir düşünce yapısı bir yaşamsal olgudur. Tutupta bunu siyasette kullanmaya kalkarsanız Atatürk'ün zamanında yaptığı ve günümüz değerleriyle yargılanmaya kalkılan olaylarla yaftalanırsınız. Hadi boşverin karşıt görüşleri bu en basitinden günümüz siyaseti için yetersiz kalmaktadır, aynı zamanda da Atatürk'e zarar vermektedir. Yine Atatürkçülüğün yanlış yorumlanması bu konuda da şiddetli bir muhafazakarlığı ve milliyetçiliği getirmektedir. Atatürk milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği arasında ciddi farklar vardır, bu bile ayırt edilememektedir. Ordunun Atatürk felsefeleriyle idare edilmesinin bir mantığı yoktur hatta günümüze göre geri kalmışlık yaratmakta muhafazakarlık getirmektedir. Ordu bilimsel metodlar ve teknolojiyle yönetilir geliştirilir. Atatürkçülük sadece çıkış noktası ve misyonu gösterir.

Kısaca anlatmak istediğim Atatürk bir tarihi kişiliktir, siyasi değil. Elmayla armut kadar fark vardır bu iki olgu arasında. Bununla bağlantılı olarak Atatürkçülükte bir siyasi akım değil bir kuruluş ve hayata bakış felsefesidir. Atatürkçülükten esinlenilen akımlarla dalllanıp budaklanıp siyasi akımlara yol açılabilir fakat asla direk Atatürkçülük siyasi akım olarak kullanılamaz. Atatürk ve Atatürkçülüğü siyasetten uzak tutmak en önemlisidir gerek ötekileştirmelere meydan vermemek gerekse yozlaşmasını engellemek için.

Her Yanı Ayrı Bi’ Tezatlık

Afrika'daki açlık ve yoksulluk en üst noktada.
Bir tarafta Somali’ye yardım haberleri bir tarafta da Suriye’deki olaylar var gündemimizde. Gerçekten her ikisi de ayrı bir acı, ayrı bir dünya. Ancak ortada bunlara karşı tavır alan hükümetin –yani AKP’nin– tezatlıkları var.

Öncelikle Somali’ye bakarsak büyük bir insanlık dramı. Afrika kıtasındaki sefalet, yokluk hepsinin suçlusu da büyük devletler. Büyük devletler derken yalnızca ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya filan gelmesin. Biz de büyük bir devletiz ve biz de bu suça ortağız. Örneğin Sudan'da yüzyılın en büyük soykırımını yapan El Beşir’i yani Sudan'ın devlet başkanını ülkemizde gül gibi ağırlıyoruz. İnsanlık suçu işlemiş bu adamı eleştirmek yerine törenlerle karşılıyoruz. İsrail’e sesini yükselten bir başbakan herhalde Sudan’dan korkuyor olamaz. Bunun tek açıklaması olsa olsa Sudan'ı kullanmamamız olabilir. Biz de artık bir büyük devletiz. Büyük devlet derken büyük bir kapitalistiz. Biz de bazı şeyleri sömürüyor, bazılarına çıkarlarımız neyse ona göre davranıyoruz. Sudan'daki olayları görmeyip, Somali'ye yardım etmek devletimizin "Gariban halkların ve ülkelerin yanındayız." mantığına oldukça aykırı bir şey. Her şey kapitalist bir ülke olduğumuz gerçeğinde yatıyor. “Başbakanın Afrika İçin Başlattığı Kampanya” adlı yazıyı okuduysanız blogumuzdan, durumu zaten iyice kavramışsınızdır. Bu yüzden bu konuyla ilgili gerekli şeyleri söylemektense arkadaşımın yazdığı o yazıya aynen katılıyorum.

Suriye'deki isyan gün geçtikçe artıyor.

Suriye’deki olaylara gelirsek eğer, farkındaysanız Suriye’de muhalifler kendi seslerini iktidara daha doğrusu Beşar Esad’a duyurmaya çalışıyor. Esad’da sağ olsun duymamazlıktan geliyor bu sesleri ve tankla tüfekle muhaliflere saldırıyor. Suriyeliler de Türkiye sınırına kaçtığı için bu sorun artık bizim de sorunumuz oluyor bir yandan. Belki Suriye yerine Somali bizim komşumuz olsaydı ve Somali’deki soykırım hemen yanı başımızda yaşansaydı, hemen başbakanımız bu konuya el koymaya çalışırdı. Zaten bu farz edelim ki durumu kapitalizmin ne pis bir illet olduğunu bize anlatmaya yetiyor. Suriye’deki bu olaylara sessiz kalmayan başbakanımız, Esad’ı “halkının sesini dinlememekle” suçluyor. Ne garip değil mi?


Gaz bombaları bitiyor ama polisin gaz bombası terörü bitmiyor.

HES protestolarını yapanlar, hakları için sokağa çıkan öğrenciler, sendikal mücadelelerini sürdüren işçiler, işsizler, ÖSYM mağduru gençler, atanamayan öğretmenler ve daha da fazlası bir şeyler söylemek istediğinde her nedense susturuluyorlar, gaz bombasını yiyorlar. Hatta o kadar ki bir yıllık gaz bombası beş ayda bitebiliyor. Hatta başbakan “Gaz bombası atmayalım da, Suriye gibi mi olalım?” diyebiliyor bir televizyon programında. Bu sözün açıklaması aslında bunları susturmak için gaz bombası atıyoruz demek değil mi? Halkını susturan, konuşturtmayan bir başbakan nasıl olur da Suriye’deki durumu eleştirebilir? Gıkı çıkan –sosyalistleri veya ulusalcıları– iddianamesi olmayan davalarla yargılamaya çalışan, yıllarca nedensiz hapiste tutan veya tutulmasına razı olan bir başbakan nasıl oluyor da bu lafları Suriye için kullanabiliyor. Yanlış anlaşılmasın suçlu olanlar, içimizdeki darbeciler veya darbe şakşakçıları hemen yargılansınlar. Ancak bu yargılama adilce ve dürüstçe ve hatta herkese açık olsun. Ama bu tutuklamalar muhalefetin farklı kesimlerini susturmak gibi anlaşılmasın. Bir iktidar yüzde elli de altmış da almış olabilir. Ama bu oy oranı ne kadar çok olursa olsun diğer politik kesimleri bastırma aracı olarak kullanılmasın. Barajı geçememiş olan partiler susturulmasın. Çevreciler, lezbiyenler, gayler, transseksüeller, komünistler, sosyalistler, ulusalcılar, öğrenciler, işçiler, işsizler, memurlar, memur olamayan KPSS mağdurları, çiftçiler, esnaflar yani kısacası toplumun hangi kesiminden olursa olsun farklı düşünen tüm herkes, sesini dilediği gibi çıkarabilsin. Nasıl farklı kültürlere bizim zenginliğimiz diyebiliyorsa iktidar sahipleri aynı şekilde farklı görüşlerin temsiliyet hakkını da bizim gücümüz olarak addetsinler. Yoksa bunları yapmayıp, farklı sesleri gaza boğup, öldürmeye çalışanlar Suriye’deki olaylara sahip çıkarlarsa ya da Afrika’daki açlığa ve yokluğa işte o zaman her yanı ayrı bi’ tezatlık olur bu işin sonu. O zaman sizin bir siyaset vizyonunuz olamaz insanların gözünde ve bu da mağduriyetlerden yarar sağlama olur. Hiç de insancıl olmaz sonu.

 

Not: Yazar 11 Ağustos'ta yazdığı yazıda çok büyük bir bilgi hatası olduğunu kavrayıp, 21 Ağustos'ta yazısını düzeltmiştir.


10 Ağustos 2011 Çarşamba

CHP Neden Her Seçimde Başarısız Oluyor?

Cumhuriyet tarzı yönetimden memnun olan herkesin eskiden kalma ya da kurucusuna olan sevgisinden kalma bir hoş görüsü vardır Cumhuriyet Halk Partisi'ne. Ancak Chp merhum Bülent Ecevit'ten bu yana bir türlü siyaset sahnesinde başarıya ulaşamamıştır. Bunun köklü bir kaç sebebi mevcuttur.

İlk olarak ismi ve de Atatürkçülükle bir o kadar çelişen siyasi tutumudur. Halkçı olması gereken Chp devletçi bir yapıdadır. Bencilce bir tutumla ve dar bir görüşle kendini Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yegane bekçisi sanmaktadır. Bu yüzden her muhafazakar oluşuma şeriatçı her sosyalist oluşuma komünist yaftası yapıştırmaktadır.

Genel başkanları arasında en az okumuş olan Bülent Ecevit'den bu yana Atatürk'ü anlayabilen bir başkan çıkmamıştır. Daima devletçi olmuş, halka rağmen haksızlıkların bir çoğuna devleti korumak amaçlı sessiz kalmıştır. Derin devlet yapılanmalarına, Pkk liderinin teslim alınması gibi olaylarda oldukça pasif ve hatta olumsuz yönde etkisi olmuştur.

Bir diğer hatası ise bunun Deniz Baykal ile daha da yoğunlaştığını düşündüğüm laikçiliktir. Dikkat ederseniz laiklik demedim laikçilik dedim. Bu iki kelime arasında siyahla beyaz kadar fark vardır. Nasıl dini sömüren muhafazakar partiler varsa laikliği sömüren de sözde solcu partiler vardır. Neden sözde dedim? Sebebi şudur; sol oluşumların hemen hepsine yaklaşık 50 senedir tezat davranmaktadır.

Diğer hatasına gelince, darbelere göğüs germemesidir. Bunun iki sebebinden biri bahsettiğim devletçilik diğeriyse aman partiye bir şey olmasın görüşü. Atatürk'e bağlılık bir Türkiye vatandaşı için çok güzel bir olgudur fakat Atatürk üzerinden bir muhafazakarlığa gitmek yaklaşık 40 senelik bir başarısızlık ve de Atatürk'ten soğutmayı getirir. Bahsettiğimiz partinin kuruluş amacı devleti idare etmek halkın yanında olmak ve çok partili döneme geçiştir. Atatürk bu partiyi miras bırakırken bir misyonda bırakmıştır, bu misyon uğruna halkın yanında olmak gerekiyorsa, statükoyu bırakıp halkın yanında olmak gerekir.

Son hatası ise Atatürk dayatmasıdır. Her muhafazakar olguya şeriatçı demek, cumhuriyet elden gidiyor demek. Atatürk şöyle böyle yaptı bizde aynısını yapıcaz demek, kitlelerde bir antipati ve infial yaratmaktadır. Sebebi çok basittir, Atatürk zamanın şartlarında ve iç tehlikelere rağmen bir devlet kurmuş ve bunu bu halkın iyiliği için bazı uygulamalarla korumuştur. Eğer ki siz 1930 model uygulamaları değişen skalalarla düzeltmeden aynen uygulamaya kalkarsanız, halkın büyük tepkisiyle karşılaşırsınız. Bununla beraber Atatürk, cumhuriyetin başına tehlike olmasın diye yaptığı hanedan üyesi uzaklaştırmalarını alıp da tarihimizi cumhuriyetten ibaretmiş gibi gösterirseniz yine Atatürk'ü kötü gösterir ona zarar verirsiniz.

İsmet İnönü döneminde yaşanan bazı olumsuzluklara değinmiyorum. Kanımca haklı bir sebebim vardır. O da ülkenin omuzlarına yüklenen bir mirastır. Osmanlı Devleti'nden kalan borç. İsmet İnönü bunu ödeyip bitirmiş. Buz gibi kapitalist Adnan Menderes'e borçsuz bir Türkiye bırakmıştır. Netice ise malum.

Sonuca gelirsek; henüz mensup oldukları partinin sembolü olan 6 oku anlamayıp, Atatürk'ü içine sindirememiş, devletçiliğin yanında halkçı olamamış yani statükocu olmuş, laik değil laikçi olmuş, darbelere ve haksızlıklara sessiz kalmış, her muhafazakara şeriatçı demiş bir 30 senelik geçmişi bulunmaktadır Chp'nin. Bunu düzeltmek için Kemal Kılıçdaroğlu'nun epey bir çabası olmuştur. Fakat bu da yeterli gelmemiştir.

Sorun Yönetim Şekli Mi Yönetiş Şekli Mi?

Yıllardır etrafta ideoloji çatısı altındaki akımların isimleri uçuşur durur etrafımızda. Liberalizm, Komünizm, Sosyalizm, Libertaryanizm, Anarşizm, Yeşil, Muhafazakar vs vs. Mevcut düzende Küba'da ve Venezüela'da sosyalizm bulunmaktadır. Bunun dışında geri kalan ülkelerde şeriat, diktatörya, liberalizm ve sosyal demokrasi uygulanmaktadır. Komünizm dışında hemen hemen her yönetim biçimi vücut bulmaktadır yeryüzünde.

Meşhur ideoloji çatışmalarıysa süregelmektedir. Karl Marx'tan bu yana.. Sosyalizmin daha adil bir düzen olduğu liberalizmin yozlaştığı fakat komünizmin fakirlik demek olduğu gibi basmakalıp cümleleri sıkça duymuşuzdur. Bende kıyısından köşesinden Das Kapital'in mürekkebini yutmuş, kafa yormuş, mevcut düzeni eleştirmiş biriyim fakat hiç bir ideolojiyi çürütmek ya da yerden yere vurmak gibi boş bir kendini beğenmişliğe girmeyeceğim ancak bu sistemleri objektif olarak eleştireceğim, aklıma takılan yahut 'düşünebildiğim' yönleriyle. Düşünebildiğim diyorum keza binlerce konunun hepsine hakim ve bunları sosyolojiyle yoğurabilecek bir kalibrede görmemekteyim kendimi.

İlk etapta kapitalizmin tüm insanların aklına girmesinden sonra komünizmin dirilme şansı epey aşağılara düşmüştür. Sovyet Rusyasının yıkılmasının sebebi olarak herkes başka bir olay ortaya atar fakat asıl neden kapitalizmdir. Şu sıralar 1 Türk Lirası 20 rubleye tekabül etmektedir aşağı yukarı. Bu bilgiyi ekonomik durumu ve gelişimi gözünüzde canlandırabilmeniz için veriyorum. Türki Cumhuriyetlerde başlayan patlamalardan sonra kapitalizm o 'büyük', 'çok', 'en' kavramları insanların zihnine girmiş ve o uyuyan bencil açgözlü ruhlar uyanmıştır. Zira Sovyet Rusyasının yıkılmasının ertesi günü başkentinin meydanına Levi's ve Mc Donalds dükkanları açılmıştır ve halk kuyruğa girmiştir. Diyeceksiniz ki ekonomik şartların gelişmesi için sabredilebilirdi. Fakat kapitalizm olduğu sürece ki tamamen yok edilemeyeceğini hepimiz biliyoruz, komünizm var olmayı sürdürmek isterse Sovyet Rusya'da olduğu gibi askere yani devlete büyük bir ekonomi ayırmalıdır. Bununla beraber serbest piyasaya girmemeli ve içine kapanmalıdır. Bu da gerçek anlamıyla muhafazakarlığa yol açmaktadır.

Bu noktada, askere ayrılan para sosyalizminde anlayışıyla uygun düşmek suretiyle devlete ayrılmış paradır. Fakat bu miktar öylesine büyük bir güç ve getiri sağlamaktadır ki statüko kavramını oluşturmaktadır. Statükoyu hepimiz sıkça duymuşuzdur. Statüko deyişi 14. yüzyıl latincesine dayanmaktadır. Kökeni statu quo res erant ante bellum'dur. Anlamı olgunun savaş evvelindeki durumudur. Kullanım diliyle günümüze kadar statu quo olarak gelmiştir. Şu an kullanılan anlamıysa mevcut düzenin sürdürülmesi korunmasıdır. Fakat bu düzen, iktidar olunca düzenin kendini koruma gücü kalmayınca devletin imkanları devreye girmektedir. Bunun en iyi örneği 1980-2000 arasındaki Türkiye'dir, ders niteliğindedir üstelik. Devam edelim.. Statükonun korunmasıysa haksızlığı doğurmaktadır, devletin haklılığı üstünlüğü öngörülmektedir. Seçme hakkının olmamasıysa haksızlığın düzeltilmesi, suçlu devlet idarecisinin cezalandırılması hususlarını engelleme ihtimalini doğurmaktadır. Günümüz şartlarında sosyalizmin bu kanallarla nasıl yozlaştırılabileceğini tahmin edebiliriz.

Marx'ın ve yakın arkadaşlarının bu ideolojiyi yarattığı ve de sistemi oluşturduğu zamanda kağıt para ve çek henüz keşfedilmemişti. Tahmin edebileceğimiz üzere Marx kalibresinde bir insan daha yeryüzüne gelemediği için mevcut şartlarda sosyalizmi yeter düzeyde geliştirememektedir. Bu da seks ile birlikte en büyük yozlaştırıcı olan paranın özellikle kağıt paranın gücüne yenik düşürmektedir sosyalizmi.

Gelelim madalyonun öbür yüzüne yani yaşadığımız düzene. Liberalizm ve Sosyal Demokrasi. Sosyal Demokrasi (ülkemizin kuruluş felsefesi) en uygun ve işlevi yüksek fakat pek tabii yozlaşabilen bir akım. Fakat liberalizm kuruluş felsefesi bir o kadar iyi niyetli fakat tüm akımlar içinde yozlaşmaya en müsait olanıdır. Pek tabii kişisel mülk sahipliği sosyalizmle taban tabana zıt yapmaktadır bu akımı. Yönetimin tek elde toplandığı (Amerika sistemi) başkanlık sistemindeyse bu akımı tamamen bankacılık ve büyük şirketlerle kucak kucağa bir duruma gelmektedir. Adaletsiz vergilendirme, belirgin sınıf farklılıkları ve de bir oligarşinin elinde bulunan sermayenin yaklaşık %80-90'ı.
Az önce liberalizmin iyi niyetle oluşturulduğunu söylediğimde bütün sosyalistlerin şimşeklerini üstüme çektiğimin farkındayım. Bu objektif bir tanımlamaydı kişisel değil. Açıklamasıysa şudur; sosyalizm sabredelim hep birlikte ileride zenginleşelim demektir, liberalizm ise hemen ve 'ben' zengin olayım demektir. Bu da insanların bencil ve açgözlü ruhlarına hitap etmektedir.

Bu açıklamaları hangi ideoloji olmalıdır sorusu üzerine yazmadığım dikkatinizi çekmiştir. Bir noktanın daha dikkatinizi çekmiş olması gerekmektedir. Yozlaşma. Tüm ideolojilerin yozlaşmaya müsait olduğunu gördük birlikte. Bunun iki sebebi var; para ve insanın içinde bulunan bencillik-açgözlülük.

Bu yüzden başlıkta ki sorumu yineliyorum. Sorun yönetim şekli mi yönetiliş şekli mi? Komünizm gibi herkesin iyiliği, çevrenin iyiliği, tüm canlıların iyiliği, şiddetin kaybolması, herkesin eşitliği gibi felsefeleri ilke alan ve onlar üzerine kurulmuş bir düzenin bile yozlaşmaya ne kadar müsait olduğunu görüyoruz. Bu yüzden yönetenin sıkı bir denetim ve takip mekanizmasında olması gerekmektedir. Seçme ve seçilme hakkıda en az bunun kadar önemlidir. 

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Komünizm ve Sosyalizm Arasındaki Farklar

Karl Marx
Komünizm ve Sosyalizm bildiğimiz üzere birer siyasal ideoloji tanımıdır. Peki, bu iki kavram tam olarak nedir ve birbirinden farkları var mıdır? Yoksa ikisi de aynı anlama mı gelmektedir? Pek çok kişinin cevabını bilmediği bu soruları sorgulamaya başlıyoruz bu yazıda. Her ne kadar ülkemizde ikisi de aynı kabul edilse de dünyaya baktığımızda özellikle bazı ülkelerde bu iki görüş arasında büyük farklar vardır. Hatta öyledir ki ülkemizdeki laikler – muhafazakârlar arasındaki gibi büyük tartışmalar vardır ve birbiriyle koalisyona dahi girmeyebilirler.

Hemen başlayalım o zaman. Marx’ın tanımına göre –Karl Marx’ı tanımayan yoktur herhalde– komünizm birisi alt evre diğeri de üst evre olmak üzere iki evreden oluşur. Üst evre en uç evredir ve komünizm günümüzde buna denmektedir. Alt evre ise daha ılımlı olan sosyalizmdir. Yani aslında sosyalizm, komünizme geçiş süresidir diyebiliriz. Sosyalist olanlar o durumun korunmasını istediklerinden komünist olamazlar ancak Marx’a bakarsak komünistler, sosyalist olmak zorundadırlar. Çünkü komünizme ulaşmak, özellikle Marx’ı benimseyenlere göre sosyalizmden geçişle mümkündür.

Sosyalizm demek üretimin, gücün ve devletin halkın elinde olması demektir. Özellikle de emekçi işçi sınıfının. Devlet sosyalizmde vardır. Ancak komünizmde devlet ve sınıf kavramı yoktur. Kabaca böyle tanımlamalar yapılabilir. Sosyalizme baktığımızda emeğinize göre para kazanırsınız. Üretimi daha planlı, israfsız ve gerçekçidir. Ne gerekli ise ona göre üretim yapılır. Aynı emeği verenler aynı maaşı alırlar. Aynı işi yapanlar arasında bir uçurum vardır. Ayrıca da iş saatleri daha insancıldır ve rahattır. Komünizme ulaşıldığında üretim o kadar yeterli olacaktır ki komünizmde çalışmak zorunluluktan çıkıp zevke dönüşür. İhtiyaçlarınıza göre çalışmak diye bir kavram ortaya çıkacaktır. Emeğiyle tüm ihtiyaçlarınızı karşılayabilecek bir duruma geleceklerdir insanlar. Ayrıca bu iki ideolojide de insanların refaha ulaşması hedeftedir.

Kısaca baktığımızda sosyalizmden bir üst basamakta komünizm vardır. Sosyalizmde devlet kavramı vardır ve devlet üretici güçlerin yani işçilerin elindedir. Komünizmde ise devlet ve sınıf kavramı tamamen yoktur. Sosyalizmde “eşit iş, eşit para” ilkesi varken komünizmde “ihtiyacına göre iş” ilkesi vardır. Bu dönemlerde üretimde bolluk artar, bürokrasi yok olur, üretim planlıdır, üretimde israf yoktur. Bu bolluk sayesinde zaten insanlar sadece ihtiyaçları için komünizme göre zevk için çalışırlar, emek harcarlar. Buradaki zevk, ihtiyaç demektir. Marx’a göre sosyalizmden komünizme geçerken bunların hepsi artarak devam eder.

Sınıf farkının kalkması için temsili bir resim.
Ayrıca bu sistemlerde silah yoktur, asker yoktur, polis yoktur. İnsanlar bu eşitlik ve ihtiyaç duygusu nedeniyle bencilliklerinden uzaklaşırlar. Kapitalizme yani bencilliğe boyun eğmezler. Zaten asıl soru da buradan çıkmaktadır. Gerçekten de insanlık bencilliğinden ayrılabilecek mi? Bu ideolojiye sahip olanlar bin yıllar da sürse, ideolojilerinin gelmesini bekleyeceklerdir. Zaten teorileri de bu yöndedir. Bu sürecin bin yıllarca süreceğini düşünüyorlar.

Bugüne kadar onlarca bu ideolojileri sahiplenen devletler ortaya çıkmıştır. Bazıları bu işi becerememiş, hatalar yapmış ve yıkılmıştır. Bazıları ise her türlü zorluklara rağmen hala hayatına devam etmektedir. Özellikle son yıllarda kapitalizmin krizlere neden olması tekrardan Marx’ı ve düşüncelerini sorgulamamıza neden oluyor. Hatta Latin Amerika ülkelerinde bu görüşlere sahip insanlar son yıllarda hükümetin başına geliyor. Belki de teorilerde varsayılan binlerce yıla gerek kalmadan kapitalizmin krizleri yüzünden belki de bu teorinin zamanı daha önceye gelebilir. O zamanlar gelmeden bu iki ideolojiyi tanımış olduk bu sayede.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Zaman Gazetesinin Tirajı Nasıl Bu Kadar Yüksek?

Az önce paylaştığım istismar konseptli yazımdan sonra, durmak yok istismar açıklamaya devam havasına girdim.. Şeytan bu ya dürter odatv'nin 31.07.2011 tarihli haberi geldi aklıma ve bu haberle bildiklerimi harmanlayıp yaşadığım bir olayı sizlere aktarmak niyetindeyim.

'O Gazete Niye Her Karakolda' haberin başlığı,
 takipçilerin yoğun sorularına duyarsız kalamayıp bu haberi yayınlamış odatv çalışanları. Haberde de bahsedildiği üzere bayi satışı 25.000 fakat tirajına bakılınca 1.000.000 bu nasıl olur akıl almaz demeyin. Küçüklüğünde körfez dershanesinde okumuş biri olarak bir yere kadar bunu anlayabiliyorum fakat boru değil ya buda 1 lanet milyon sayıda gazete.

Gelelim yaşadığım olayı aktarmaya.. Sabahın kör vakti taksi dolmuşumdan inip sahilden Alaybey'e doğru yürümekteydim. Dibimden neredeyse sürtecek şekilde eletrikli motor denen zımbırtıdan geçti. Aç karna ve uykusuzluğa karşı direnen zihnimde oluşan en yaratıcı küfürleri saydıra dururken dikkatimi birşey çekti. Dikkatlice bakınca motorun iki yanında cep olduğunu ve içinin birşeylerle dolu olduğunu ayırtettim. Motor durunca adımlarımı sıklaştırıp şöyle bir kafamı uzatmamla zaman gazeteleri balyalarını gördüm ve göz yanmasıyla gözlerimi kapattım.. Fakat çok geçti, içeri girmişti.. Karanlıkta flaş gibi patlıyordu değişik açılarla eğilerek.. ZAMAN... sssstt.. ZAMAN... sssstt.. Gözlerimi açınca motorun uzaklaşmaya başladığını gördüm. İstisnasız bütün sahildeki binaların kapıları önünde durup bir balyayı götürüp bırakıyordu. Şöyle durup birkaç adım geriye gittim ve baktım.. Ardı ardına barımsı canlı müzik olan mekanlar vardı. Vay arkadaş dedim vay arkadaş.. İstisnasız her apartman zaman abonesi olabilir miydi.. İtiraf ediyorum.com hırsıma yenik düştüm ordaki anaokulunun uzun bahçesine girip yürürken motoru kullanan kurye.. Daldırdım kollarımı balyaların olduğu cebe.. Alabildiğim kadar gazeteyi kucakladım ve birkaç metre ilerdeki son model teknolojik çöp konteynırın pedalına asıldım.. Kapak sertçe açıldı ve hayatımda ender aldığım bir zevk ve tatminle suratımda joker gülüşüyle kucağımdaki yığını içine bıraktım.. Kapağın kapanma sesini duyana kadar ilerdeki sokağın köşesine doğru ben diyim adrenalin siz diyin yusuflamayla hızla mesafe kat etmeye başladım. Sokağın içine girince ellerimde zevkten doğan bir titreme içimdeyse hazdan bir yanma..

Fakat sonra düşündüm.. Tüm Türkiye'yi örgütlesek ve aynı eylemi yapsak bile.. Zaman yine 1 milyon satıyordu.. O zaman kendi kendime dedim ki hiç bir güç 1 milyon kere yapılmış bir mastürbasyonu kıramaz.. Demem o ki sevgili okuyan zaman almayın fakat mutlaka okuyun.. Okuyun ki 'bazı' olayların nasıl aksettirildiğini görün.. Görün ki bilinçlenin..

Unutmayın!.. ZAMAN... sssstt.. ZAMAN... sssstt.. ZAMAN...

Başbakanın Afrika İçin Başlattığı Kampanya

Gün itibariyle başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Doğu Afrika'daki insanlık dramı için genelge yayımlaması ve de üzerine birkaç saniye düşünmemle yazıya başlamam bir oldu. Birkaç saniye de böyle bir yazıya nasıl karar verirsin derseniz, sebebi çok basit. İstismarın ve popülizmin kokusunu her yerde alabilen bir burna sahibim. Blogumuzu takip ederseniz sizde bu yetiye zamanla sahip olabilirsiniz. Subliminal mesajla yaptığım reklamı pas geçerek neden böyle bir yardım kampanyasını eleştirdiğimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Her ramazan bütün müslüman nüfusun bulunduğu ülkelerde (dikkat ederseniz müslüman ülkeler demiyorum bunun iki sebebi var; birincisi devletlerin dini olmaz halklarının çeşitli inançları olur, ikincisiyse müslümanlarında azınlıkta olduğu ülkeler vardır onlar müslüman sayılmaz mı da sadece müslüman ülkeler göz önünde bulundurulur?) doğal olarak halkın duygu yoğunluğu ister istemez artmakta ve etrafa bakışı daha pozitifleşmektedir. (özellikle iftar yapıldıktan sonra) Bu ortamdan nemalanmak isteyen çeşitli meslek gruplarındaki istismarcılar türemektedir. Bu istismarcılar sıklıkla milletvekili güruhunda bulunur.

Dünya halklarını ve kendi halkını 11 ay boyunca duymaz fakat ramazan geldiğinde alabildiğine ilgilenir. Fakirliği bitireceğini söyleyen  ve yardıma muhtaçlara yardım edeceğini söyleyen bir iktidar; her şeyden önce ülkesinde küçük bir kapitalizm kurmaya yarayacak olan liberal bir politika uygulamaz. İşçilerini alabildiğine biber gazına boğup, biber gazı stoğunu bitirmez, her sendikalaşma girişimine copu indirmez.

Afrika'daki drama gelecek olursak, hazır ramazandayız bahanemizde var fırsat bu fırsat bir taşla iki kuş vurur hem halkımıza 'cici' gözükür hemde dünyaya kendimizi gösteririz şeklindeki bir şark kurnazlığı başbakanınki. Son derece sığ, yavan ve bayağı bir girişim. Afrika'da günde standart olarak 35bin insan ölmekte fakat ne hikmetse Orta Çağ'dan beri sömürüldüğü herkesçe bilinen bir kıtada standardın altında günde 28bin insan ölünce yardım kampanyası başlatılıyor. Neden sadece Doğu Afrika? Kuzey Afrika'da Libya (yeryüzündeki en büyük 3. petrol rezervi olan ülkenin) iç karışıklık yaşarken kapitalist ülkelerle el ele verip daha ucuz petrol alabilmek şirin gözükmek için Nato'ya destek veren hükümet bu değil mi? Orta Afrika'da yapılan silah ticaretine ve çocuk askerlere sesini yükseltmek yerine, kendi ülkesinde uluslararası silah şirketlerine rant sağlayan yasalar çıkartan bu hükümet değil mi? Batı Afrika'da petrol şirketleri halkı ve doğayı sömürüp öldürürken gıkını çıkarmayan bu hükümet değil mi?

Eğer sorun Afrika'da ölen insanlarsa, şiddetle ölende birdir açlıkla ölende. Siz samimi, gerçekçi ve iyi niyetliyseniz bu ikisinede karşı durur ve kampanyanızı öyle yaparsınız. Yok eğer siz popülistseniz etliye sütlüye bulaşmayan kokmayan bir kıyım olan açlık mağdurlarına yönelirsiniz. Yapılan yardımlar ordaki sorunu çözmüyor, ordaki sorun sömürü. Dünyanın en zengin kaynaklarına sahip bir kıta açlık ve susuzluklar kavrılıyorsa oraya yapılan para yardımı sadece bir anestezi boyutunda kalır. Sömürüye artık bir dur denmezse o kıtayla birlikte dünyada batmaya başlayacak. Herkes gibi başbakanda hükümette asıl sorunun açlık olmadığını, bu sorunu da yaratanın yine kapitalizm olduğunu biliyor ve buna rağmen kendi ülkeleriyle bu sisteme en büyük desteği veriyor.

Hoş kendini müslüman aleminin lideri sanıp, Hindistanda yaşanan açlık ve susuzluk felaketlerine gıkını çıkarmayan, Irak'a saldırılması için hava üslerini açan ve hali hazırda Irak'ta ve Afganistan'da komuta birliği bulunduran, dinini yozlaştıran ülkesini kapitalizmin bahçesi haline getiren niye savaşa izin verdiniz denince terörizmi engellemek diyip terörist liderinin dizinin dibinde görüntüsü olan bir mebustan çok şey beklemek bizimkisi.

Bu yardım hareketine uzak durun demek niyetinde değilim ama bu istismarı gözden kaçırmayın. Hiç bir 'insan' evladı Afrika'da yaşanan dramı böyle bir istismar malzemesi yapmamalı yapamazda. Yapan değil müslüman insan bile addedilemez!

Biraz Bizden ve Biraz Kadın Sorunundan

Bir süredir yapmakta olduğum üniversite tercihleri yüzünden paylaşımlarda bulunamadım. Ama bu süre içinde de blog’un büyüme sürecine bakarsak gerçekten de doğru yolda olduğumuzu anlıyorum. Doğru arkadaşlarla tam da yapmak istediğimiz şeyleri yaptığımızı görünce ve yaptıklarımızın değer görmesi bizi her geçen gün mutlu ediyor ve şevkle bu blog’a sarılmamıza neden oluyor. Emin olun en küçük ayrıntıları bile elimizden geldiğince hesaplamaya çalışıyoruz. Ve bizimle birlikte bu blog’u destekleyen, takip eden, okuyan herkese minnettarız.

Şiddet mağduru bir kadın

Bu sıralar gündemden pek uzak kalmış olsam da bazı şeyleri takip etmeye çalışıyorum. Özellikle de ülkemizdeki kadın sorununu. Dayak yiyen, evden atılan, öldürülen kadınların sayısı arttıkça gündemde çok tartışılır bir konu olmaya başladı. Bir aralar elektronik kelepçe sistemi tartışıldı hatta fark ettiyseniz. Dayak atan veya boşanan kocanın, eşine ve çocuğuna şiddet uygulamaması için yani evin yakınlarında olup olmadığını kontrol etmek için geliştirilen bir sistem. Hani düşününce bir çözüm yolu olacağı görülse de birazcık noksan noktaları var. Geçen gün bir arkadaşımla vapurdayken bunun fantezini kurduk. Dedik ki şiddet kurbanı olan kadın İzmir Karşıyaka’da otursun. Dayakçı koca da eski eşinin peşine birini taksın ve nerelerde gezdiğini izletsin. Diyelim ki bu kadın vapurla karşıya Alsancak’a geçsin, bir alışveriş için veya sadece gezmek için. İşte o zaman, anlatmak istediğim tam da bu evin yakınlarında değil de biraz uzağında bu sistem işe yaramaz ve koca eğer eşini öldürmek istiyorsa orada da öldürür. Bu da sistemin eksikliğini bize gösterir.

Şiddet mağduru bir kadın daha.
Aslında sistemin eksikliğinden çok başka bir şeyi paylaşmak istiyorum. Çünkü bu konu hakkında çok tartışılması ve önemli önlemler alınması gerekiyor. Bunun için de akil adamlara ihtiyacımız oldukça fazla. Ancak geçen günlerdeki Diyanet’in sendikası olan Din-Bir-Sen başkanının açıklamalarını gördüyseniz oldukça garip açıklamalardı. Şiddet gören kadının polis yerine mahallenin imamına, muhtarına veya öğretmenine gitmesini söylüyordu. Çünkü polisin aile kurumunu sarsacağını savunuyordu. Polis aile kurumunu sarsıyor ancak atılan dayak aile kurumunu sarsmıyordu. Yani eski tabirle “Kocası değil mi? Sever de, döver de.” demeye kalkıyordu. Aile içindeki dayağın aile içinde kalmasını söyleyip, işin içinde dayak olsa da aile demeye devam ediyordu. Şiddet uygulayan kocayla, şiddet kurbanı kadını aile statüsüne koyuyordu. Aile birliğinden söz ederken dayağın bu birliği bozmayacağını söyleyip, kaybolan aile değerlerini de bu olaylardaki ayrılmaları örnek veriyordu. Daha birçok şey de zırvaladı aslında bu sendikanın başkanı. Zırvaladı diyorum çünkü saçmalıktan farksız dediği her şey. Bizler ölen kadınlar olmasın derken, dayak yiyen kadının aile ortamını bozmadan imama rağmen, muhtara rağmen dayak yemeye devam etmesini savunuyordu. Hani buraya kadar hep kadınlara yönelik söyleyen bu zat, dayakçı kocalara, eşlerinize şiddet uygulamayın dahi demedi. Yani kocalara yapmamaları gereken ya da yapmaları gereken şeyleri söylemedi. Aile kurumunun değerini yitirmesinin nedeninin aslında dayakçı kocalar olduğunu bile göremedi. E yani diyorum bir sürü şey zırvaladı ama soruna ilaç olmak yerine sorunun büyümesine neden olacak şeyleri önerdi. En iyisi bu adamın dediklerini unutalım gitsin.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Amerika gölgesine saklanan tehlike.. Çin!

Yaklaşık olarak 1950'lerin ortalarından beri süre gelen Amerika her yerde tribinin artık sadece Amerika'dan ibaret olmadığını anlatmak için uykumun kaçtığı bu abes saatte yazıyorum. Herkesçe malum Amerika'nın dünyaya yaptıkları.. Bunları tanımlamak için kısaca 'emperyalizm' terimi kullanılıyor. Kelimenin şatafatına ve söyleme zorluğuna aldanmayın açıklaması dümdüz bir sömürgeciliktir. Latin Amerika, Afrika, Orta Doğu, Endonezya, Tayland vb. bölgelerde daha doğrusu stratejik konumu olan, fakir, yozlaşmaya müsait, petrol ve su rezervi olan her yerde Amerika durmaksızın faaliyette. Bildiğimiz üzere illegal bir faaliyette. Bu noktada Amerika özeline biraz değinmek istiyorum kafanızdaki bol çinli soru işaretlerine açıklık getirmeden önce.

Yıllardan beri süre gelmiş bir Anti-amerikan görüş mevcut yeryüzünde. E haklı olarak. Fakat bu nefretin uygulanacağı yer ve uygulanış şekli ısrarla yanlış kanalize edilmekte ve bu yollada eşitlik arayan felsefelerin(komünizm ve sosyalizm en bilinenleriyle) uygulandığı ülkeler kaybetmekte düzene mahkum olmaktadır. Bahsettiğim yanlış Amerika'nın yaptıklarından doğan nefretin Amerika halkına yöneltilmesi. Diyeceksiniz ki tek tek gidip Amerikalıya nefret gösteren yok. Doğru ancak bir ülkeden nefret etmek o ülkenin bayrağından aynı zamanda değerlerinden ve o değerlerin oluşturduğu halktan nefret etmektir. Buda çoğu cahil ve aptallaştırılmış bir toplumun mevcut iktidarına daha da sıkı sıkıya sarılmasına sebebiyet vermektedir. Yani kah rol suğn ağ meğ riğ kağ kah rol suğn em per yağ liğzim nidalarıyla muazzam bir açmaz ve beyin tıkanmasına gidildiği aşikardır. Bu noktada nefretin yöneltilmesi gereken şirketler ve onlarla iç içe girmiş hükümetlerdir. Bu önemli ve ince ayrıntı Amerika'nın 50 yıldır istisnasız tek güç olmasına sebebiyet vermiştir..

Taa ki 2000'li yıllara kadar! Ne mi oldu? Çin sahneye çıktı! Hali hazırda 7 milyar dolarlık A.B.D borç hisselerine sahip olan bu Uzak Doğu ülkesi borçlarını tahsil etme yoluna gidip Amerika'yı iflasa sürüklemek yerine onunla bir kedi-fare oyununa girerek, petrol piyasasına bodoslama dalmıştır. 2006 yılında Nijerya ve bazı Orta Doğu ülkelerinde yaptıkları amerikan vari anlaşmalarla ucuza petrol yahut şiddetle takas petrolü ithal etmiştir vatandaşlarına. Hatta soğuk savaş döneminin Rusyası konumuna gelmiştir zira Shell ve British Petroluem gibi petrol şirketlerine düzenlenen 'sözde' terörist saldırılar Çin'in temin ettiği silahlarla olmuştur.

Gördüğünüz gibi Çin Amerika'nın gölgesinde ve ona yağan nefretin arkasına saklanarak onun rolünü oynamaktadır ve bu sayede şiddetin hedefi olmaktan kurtulmaktadır. İki paragraf evvel Amerika'yı neden açtığımı sorucaksınız bana.. Cevabı basit Çin Amerika'nın izlediği emperyalist yolu izlemekte yani Amerika kahrolsa da rotaya geçicek olan ülke Çin olacak. Bu yüzden nefretin ülke, bayrak, değer ve millete değil çokuluslu şirket ve onların kucağında oturan hükümetlere yönelmesi hayati önem taşımaktadır.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Günde 1 dolara çalışmak mı!?

Hindistan'dan Bir Sweatshop Görüntüsü
Yaklaşık yarım saatlik kitap önerisi kaçamağından sonra dünyamızın gerçeklerine dönerek bu yazıyı yazıyorum. Bu yazımızın konusu fakir 'bırakılmış' bölgelerdeki insanlık dışı şartlarda çalıştırılan ve de yaşadıkları doğal ortam kirletilen insanların acılarını biraz olsun hissetmek ve farkında olmak. Konuya girerken sizleri bir terimle tanıştırmak istiyorum.

Sweatshop.. Bu terimin kökeni 1830lara kadar gitmektedir. Hani köle ticaretinin olduğu dönemler ve yaşadığımız 2011 yılına geldiğimizde hala bu terimin güncelliğini koruyor olması bize 'tarih' derslerimizde ezberci bir şekilde verildiği gibi köleliğin hiçte bitmediğini gösteriyor. Sweatshop teriminin açılımına gelirsek; insanlık dışı şartlar altında, günde 18 saate varan mesailerle, insan emeğinin istismar edildiği ve çoğunluğu reşit olmayan çocukların oluşturduğu sağlıksız iş yerleridir.

Nerede oluyor bu sweatshop diye soracak olursanız, Latin Amerika, Hindistan, Orta Doğu, Afrika gibi bölgelerde şehirleşmenin az olduğu veya şehirdışına taşınmış fabrikalarda.
2000 yılını hatırlayanlarımız hafızalarını birazcık zorlarsa Nike'ın başına gelen işleri anımsayacaktır. Bir birikimin patlaması olarak eylemler ve tepkiler Nike'ın başına kabak gibi patlamıştı. Nike işçilerini günde 1.25 dolara çalıştırmaktaydı. Diyeceksiniz allahın köyünde günde 1.25 dolar yaşamaya yetiyordur. Ancak kazın ayağı öyle değil, konuşulan işçiler dişlerimizi fırçalamak yada sabun ihtiyacımızı gidermek istediğimizde o günkü yemek hakkımızdan vazgeçmemiz gerekmekte. Ayrıca aldığımız 1.25 dolara iki küçük porsiyon sebzeli pirinç lapası ve birkaç muz alınabiliyor demektedirler. Nike'ın yıllık bütçesinden reklama ayırdığı oran %13'tür. Acı bir tebessüme sebebiyet vericek bir oransa Nike'ın yıllık bütçesinin %7'si ile bütün işçilerinin hayat şartlarını insani düzeye taşıyabilecek olmasıdır. Nike'ın reklama ne kadar az ihtiyacı olduğunaysa tüm tüketiciler olarak hepimiz şahidizdir.
Bir nike işçisi gibi yaşadığınızı hayal etmeye çalışın;

"Yirmili yaşlarda bir yetişkinsiniz ve haftanın altı günü bazen pazarları da sabah 8'den akşam 8'e kadar çalışıyorsunuz. Bu süreye işe gitmek için hazırlanmak, gidiş ve dönüş için harcanan vakit dahil değil. Bir arkadaşın doğum gününü kutlamak için paranız yok. İki yıldan beri kendinize giyecek yeni bir şey almamışsınız.  Fazla giyeceğiniz yok ve sabah üstünüze geçirdiğiniz her şey günün sonunda gözle görülür derecede kirlenmiş oluyor. İşten döndüğünüzde 30 ila 45 dakikanızı çamaşırlarınız elde yıkamaya harcamanız gerekiyor. Radyo almaya paranız, televizyon edinmeye düş gücünüz yetmiyor. Kadınsanız adet görürken bile herkes gibi günde iki kez verilen tuvalet molasına uymak zorundasınız; bu nedenle de pantolonunuzdaki kan lekelerinin gözükmemesi için uzun etekli bir gömlek giyiyor ve ya belinize bir şal bağlıyorsunuz. Yorgunluktan bitiksiniz, kemikleriniz sızlıyor. Sesinizi yükseltmeye korkuyorsunuz, çünkü işinizi kaybedersiniz. Ve hizmet ettiğiniz çokuluslu şirket dünyaya ciddi değişiklikler yaptığını, müşterilerinin dert edinmesi gereken bir şey olmadığını ilan ediyor."
Bu paragrafı okuyup içi sızlamayan yahut kendini yerine koyup haksızlıktan içi kabarmayan bir insan evladının olabileceğini düşünemiyorum. Diyeceksiniz ki başka yerlerde çalışsınlar; bu çokuluslu şirketler fabrika açtıkları yerlerde rekabete izin vermeyecek devletin üst kademelerinde çıkarılan yasalarla korunmakta ve işçileri uzun süreli anlaşmalarla kendilerine bağlamaktadırlar.

Sweatshop Protestosu İçin Hazırlanan Bir Resim
Bu sadece insanlara karşı işlenen bir insanlık suçu değildir! İşin doğa boyutuda mevcuttur. Bu fabrikaların bulunduğu bölgelerde doğa inanılmaz tahrip edilmiştir. Nehirler kirlenmiş kırlar çıplak kalmış ağaçlar kesilmiş toprak niteliksizleşmiş doğa 'kokmaya' başlamıştır.

Son olarak bu sadece Nike markasıyla kalmamaktadır. Tespit edilen markalar arasında; Adidas, Reebok, The Gap, Old Navy, Tommy Hilfigher, Polo, Ralph Lauren, Lotto, Nike, Fila, Levi's bulunmakta.
Etrafınıza bir bakın ,belki de aynaya, hangimiz bu markaların hiç birini bile almadık hatta bazılarımız bunları üstüne geçirip işlenen insanlık suçuna destek verdiğini anlayamayıp göğsünü gere gere dolaştı kendini bu markaları giymeyenlerden üstün zannetti yada hangimiz bu markaları çılgınca almak için allahın sıcağında dükkan dükkan dolaşmadı?

Mevcut düzende daha öncede söylediğim gibi boykot zor bir çözüm fakat alırken dikkat etmek, daha az tercih etmek ve de en azından bu firmalara birer mail atarak yada bu firmaları protesto eden örgütlere destek verip tavrımızı koyarak elimizden gelenin en çoğunu vermek bir insanlık borcudur!