17 Eylül 2011 Cumartesi

Atatürk'ün Sosyal Fabrika Projesi


FABRİKANIN VENEZUELLA’DA NE İŞİ VAR?
Gazeteci-yazar Banu Avar, Venezuella’da karşılaştığı bir olayı şöyle anlatmıştır:
"Şehri göreceğimiz tepeye doğru tırmanırken, Kemal Atatürk tabelasını geçince şaşırdım ki, tepeye geldik. Genç kız rehber heyecanla ‘şu fabrikayı görüyor musun? yanında nikah salonu, şu sağlık ocağı, şu okul onun arkasındaki de bizim ev.’ ‘Eeee ,dememe kalmadı’ Rehber ‘Biz buna ATATÜRK modeli’diyoruz’ diye yapıştırdı.”
Venezuella’da bu gördükleri ve duydukları üzerine duygulanan Banu Avar: "Venezuella tepesinde tüylerim diken diken, gururum tavan yapmıştı..." diyerek anlatmıştır heyecanını…
Peki ama, Türkiye’den binlerce kilometre uzaktaki Venezuella’da “Atatürk Modeli” diye adlandırılan bir fabrikanın ne işi vardı?
 “Atatürk Modeli Fabrika” da nedir?
Türkiye’de bu fabrikadan var mıdır?
İşte bütün bu soruların cevaplarını verebilmek için şimdi hep birlikte Nazilli’ye uzanalım!
ATATÜRK’ÜN DEV PROJESİ: NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI
Venezuella’daki “Atatürk Modeli Fabrika’ya” esin kaynağı olan fabrika, 1937’de Atatürk tarafından açılan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’dır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Atatürk’ün kafasındaki “Sosyal Fabrika Projesi’nin” ilk uygulaması olması bakımından çok önemlidir. Atatürk’ün kafasındaki fabrika, sadece üretim yapılan bir mekan değil, aynı zamanda “ar-ge” çalışmalarının yapıldığı bir laboratuar, eğitim verilen bir okul, her türlü sanat ve spor imkanlarına sahip bir kültür kompleksi, kısacası adeta dört dörtlük bir “yaşam alanı”, bir kampustur. Atatürk, işçilerin yüksek standartlarda, her türlü imkândan yararlandıkları bu “sosyal fabrikaları” Anadolu’nun her yanına yapmayı planlıyordu. Ama bu projesini yaygınlaştırmaya ömrü yetmeyecekti.
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, genç Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Palanı’nın ilk önemli eseridir. Sümerbank’ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasıdır. Devlet eliyle kurulan ilk basma fabrikasıdır.
Fabrika, Türk-Sovyet ortak yapımıdır. Makineler ve teçhizatların çoğu Sovyetler Birliği’nden narenciye karşılığında alınmıştır. Fabrika kuruluşundaki işçi açığını kapatmak için 120 Sovyet montör ve mühendisi istihdam etmiştir.
Fabrikanın temelleri 25 Ağustos 1935’te atılmış, yapımı 18 ayda tamamlanmış ve 9 Ekim 1937’de açılmıştır. Bina ve makineler dâhil, 8 milyon liraya mal olmuştur.
Fabrikanın, 28 bin iğ ve 800 otomatik tezgâh ile çalışmaya başlaması ve 2.400.000 kilo iplik işlemesi planlanmıştır. Bununla 20 milyon metre basma imal edilecektir.
Fabrika 15 bin ton kömür yakacaktır.
Fabrika her gün en fazla 2400 işçi çalıştıracak ve ücret olarak senede 1 milyon lira ödeyecektir.
Fabrika, beş kısımdan oluşmuştur: Dokuma bölümü, Basma bölümü, Desen bölümü, Gravür bölümü ve Baskı kısmı… Basma, Desen, Gravür bölümünden geçen kumaşlar, Dokuma bölümünde, yarısı elektronik olmak üzere 768 tezgahta dokunacaktır. Günlük dokuma, 62.000 ile 64.000 metre arasındadır. Baskı bölümünde ise 4 baskı makinesi vardır. Burada farklı renk ve desenlerde günlük ortalama 85.000 metre basma yapılacaktır.
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, sosyalist ülkeler de dâhil, dünyada görülmemiş bir “sosyal” niteliğe sahiptir. Evet, fabrika kurulurken Sovyet modeli esas alınmıştır, ama genç cumhuriyetin genç mühendisleri Türk devrimine has, çok özgün bir eser ortaya çıkarmayı başarmışlardır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, 1930’ların dünyasında bir benzerine daha rastlanmayacak kadar özgün bir “sosyo-kültürel” ekonomi projesidir.
İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın şaşırtan özellikleri:
1. Fabrika, balolar, danslar ve partiler düzenlemiştir: 1930’ların ortalarına kadar kadınlı erkekli hiçbir toplantıya katılmamış halk, fabrikanın organize ettiği balolar, danslar ve partilerle sosyalleşmiş, özellikle kadın ön plana çıkmaya başlamıştır.
2. Fabrikada sinema salonu vardır: 1937 yılında 12 bin kişinin yaşadığı bir kentte, bu fabrika bünyesinde 700 kişilik bir sinema salonu açılmıştır. İki defa memurlara, iki defa işçilere ve iki defa da ustalara olmak üzere haftada toplam altı defa film gösterilmiştir
3. Fabrika Halkevi kurmuştur: Fabrika “Sümer Halkevi” adıyla bir halkevi kurarak halkı her konuda bilinçlendirmeye çalışmıştır. Bir fabrika bünyesinde açılan ilk ve tek halkevi Sümer Halkevi’dir. Halkevinin şubelerinde çalışanların büyük çoğunluğu fabrika işçisidir. Halkevinin, hazırladığı oyunları sergilemesi için fabrika içinde bir sahnesi vardır. Sümer Halkevi biçki-dikiş kurslarında her yıl birçok genç kız meslek sahibi olmuştur. Halkevi civar köylere geziler düzenlemiş, köylülerin sorunlarıyla ilgilenmiş, köylere ilaç ve sağlık elemanı göndererek hastaların tedavisini sağlamıştır.
4. Fabrikanın korosu vardır: Fabrika çalışanları arasında bir müzik grubu oluşturulmuştur. Klasik müzik seslendiren grup Nazilli, Aydın ve Denizli’de konserler vererek “çok sesli” müziğin Anadolu’da tanınmasını sağlamıştır. Fabrikada yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okuyan bu koro (grup), işçilerin Beethoven zevke ulaşmalarını sağlamıştır. Fabrikada, çalmayı bilen işçilerin kullanımlarına açık bir de piyano vardır.
5. Fabrikanın hamamı vardır: Fabrika bünyesinde kurulan bir hamam, hem işçilere hem de Nazilli halkına hizmet vermiştir.
6. Fabrikanın Ressamları vardır: Fabrika bünyesindeki desinatörler belli zamanlarda fabrika dışına çıkarak Nazilli ve çevresinin güzel resimlerini yapmışlardır. Fabrika ressamlarının yaptığı bu tablolar açık arttırmalarda satılmıştır. Resim heykel sergileri de düzenleyen fabrika Nazilli’de güzel sanatların gelişmesini sağlamıştır.
7. Fabrikanın spor kulübü vardır: Fabrikanın bünyesinde kurulan lacivert-beyaz renkli Sümer Spor, futbol, basketbol, atletizm, voleybol, bisiklet, güreş, yüzme, boks branşlarında faaliyet göstermiştir. Fabrika bünyesindeki Sümer Spor futbol Sahası Türkiye’nin ilk “alttan ısıtmalı” futbol sahalarından biridir. Ayrıca yine fabrika bünyesinde, basketbol, voleybol sahaları, güreş minderleri, boks ringi, tenis kortu ve paten pisti vardır. Nazilli’de toplumsal kaynaşmayı güçlendiren “paten eğlenceleri” ve”bisiklet yarışları” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın mirasıdır.
8. Fabrika halka bedava basma dağıtmıştır: Bir sosyal fabrika olarak tasarlanan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, altı ayda bir halka “ıskarta basma” dağıtmıştır.
9. Fabrikada işçi hakları üst düzeydedir: Çok sayıda işçiyi barındıran fabrika işçi haklarına da çok önem ermiştir. İşçi ve Memur Biriktirme Sandıkları, İşçi Ölüm ve Hasatlık Yardım Sandıkları oluşturulmuş, fabrika içinde işçi sağlığını koruyacak 40 yataklı bir hastane, bir eczane bir de laboratuar kurulmuştur. Nazilli’nin kâbusu haline gelen sıtma hastalığı fabrikanın sağlık ekibi tarafından kurutulmuştur. İşçilere mesleki eğitim verilen fabrikada ayrıca işçiler için beş sınıflı bir okuma-yazma kursu, daha doğrusu bir küçük okul vardır. Sümer İlköğretim Okulu adlı bu işçi okulunun 980 öğrenciye sahiptir. Ayrıca bir işçi radyosu ve işçi çocukları için 26 yatak ve 40 mevcutlu bir kreş kurulmuştur. İşçiler ve memurlar, fabrikanın hemen önünde özel olarak inşa edilen 264 dairelik ve 1000 kişilik lojmanlarda çok uygun bir ücretle kalırken, bekâr işçiler için 350 kişilik bir “Bekar İşçi Pavyonu” vardır. Lojmanda kalamayan işçi ve memurları şehirden fabrikaya taşımak için düzenli seferler yapan GIDI GIDI adı verilen mini bir tren kullanılmıştır. Fabrika işçilerinin yiyecek ve giyeceklerini temin etmek için fabrika bünyesinde bir kooperatif vardır. Fabrikanın, işçilere hizmet veren güzel ve temiz bir fırını, işçi yemekhanesi, memur kantini ve bir de hamamı vardır.
10. Fabrikanın ar-ge bölümü vardır: Daha fabrika açılmadan fabrikada kullanılacak kaliteli pamukların çevrede yetiştirilmesi için 200 adet modern tohum ekme makinesi satın alınmıştır. Yine pamuk işinde kullanılmak üzere birçok modern tarım aleti ve makinesi bölgeye getirilerek çiftçilere dağıtılmış ve bunları nasıl kullanacakları öğretilmiştir. Fabrika içinde mekanik odası, fizik laboratuar, tarım laboratuarı gibi ar-ge bölümlerinde, fabrikada yapılacak üretimin kalitesini arttırmak için çalışmalar yapılmıştır.
11. Fabrikanın atölyesi vardır: Fabrikanın büyük bir atölyesi vardır. Bu atölyenin demirhanesi, marangozhanesi, dökümhanesi, kaynak ve teneke işleri yapan bir kısmı vardı. Diğer fabrikaların ahşap parça ihtiyacı olan makine vurucu kolları burada yapılırdı.
12. Fabrikanın elektrik ve su santralleri vardır: Fabrika, bir dönem hem kendi elektrik ihtiyacını hem de Nazilli kentinin elektrik ihtiyacını kendi bünyesindeki bir elektrik santraliyle sağlamıştır. Dört kazan ve üç türbinli olan bu santral, 2500 kw gücündedir. Fabrikanın su ihtiyacını karşılamak için bir de su santrali vardır.
İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası… İşte Atatürk’ün “Sosyal Fabrika Projesi”nin ilk uygulaması… İşte genç cumhuriyetin, halkına, insanına, işçisine bakışı…
ATATÜRK NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI’NDA
Türkiye’de devlet eliyle kurulan bu ilk basma fabrikasını 9 Ekim 1937’de bizzat Atatürk açmıştır. Atatürk, Ege manevraları için bölgede bulunan ordu komutanlarıyla ve yöneticilerle birlikte açılışa gelmiştir. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, İkinci Ordu Müfettişi Orgeneral İzzetin Çalışlar, Genelkurmay Asbaşkanı Asım Gündüz, Jandarma Genel komutanı Naci İldeniz gibi komutanlar ve Trakya Umum Müfettişi General Kazım Dirik ile İzmir Valisi Güleç, Başvekil Vekili Celal Bayar, İsmet İnönü, Afet İnan, Kütahya Milletvekili Recep Peker, Ziraat Vekili Şakir Kesebir, Dahiliye Vekili ve CHP Genel Sekreteri Şükrü Kaya, Nafia Vekili Ali Çetinkaya, Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras, Milli Müdafaa Vekili Kazım Özalp, Maliye Vekili Fuat Ağralı, Kültür Vekili Saffet Arıkan, Gümrük ve İnhisarlar Vekili Ali Rana, Orman Umum Muhafaza Komutanı Korgeneral Seyfi gibi nerdeyse devletin bütün askeri ve sivil erkanı tam kadro Atatürk’le birlikte Nazilli’dedir.
 Atatürk’ün açılışını yaptığını ilk ve son fabrika olan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın açılışına verilen önem, asker-sivil neredeyse bütün devlet erkânın açılışa katılmasından da bellidir.
Nazilli Basma Fabrikası istasyonunda fabrika yetkililerince karşılanan Atatürk’ün ilerlediği istasyondan fabrika müdüriyet binasına kadar parke döşenmiş yolun her iki yanında halk düzenli bir şekilde sıralanmıştır. Sıraya geçmiş küçük kızlar ellerinde pamuk dallarıyla misafirlerini karşılamışlar ve bunları Atatürk’e hediye etmişlerdir. Fabrika binası ve meydanlar bayraklarla süslenmiştir. Atatürk, yanındakilerle birlikte fabrikaya geldiğinde, mahşeri kalabalık tarafından Halkevi Orkestrası eşliğinde büyük sevinç ve tezahüratla karşılanmıştır. Atatürk halkın bu coşkulu karşılamasına fabrikanın girişindeki müdüriyet binasının balkonundan halkı selamlayarak cevap vermiştir.
Açılışta yapılan konuşmalardan sonra Atatürk, fabrikanın yönetim dairesinden çıkarak iplik dokuma ve halı makinelerinin bulunduğu binaların kapısı önüne gelmiştir. Fabrikanın elektrik santralinin önünde elektrikle aydınlanan bir büstünü gören Atatürk, bir süre bu büstü inceledikten sonra “güzel” diyerek fabrika müdürüne iltifatta bulunmuş ve daha sonra açılışı yapmıştır. Atatürk’ün fabrikayı açmasıyla birlikte 480 makine bir anda çalışmaya başlayarak ilk pamuğu işlemiştir. Tören boyunca bir uçak filosu fabrika üzerinde uçuşlar yapmıştır
 Atatürk’ün açtığı Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, çok kısa bir sürede Nazilli’nin çehresini değiştirmiştir, Daha önce göç veren Nazilli kısa zaman içinde göç alan bir kent haline gelmiştir. Genç cumhuriyetin çağdaşlaşma projesi kapsamında en erken ve en köklü şekilde aydınlanan kentlerden biri, belki de birincisi Nazilli olmuştur. Nazilli’nin “çağdaşlaşmasında” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın yeri çok büyüktür.
BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU’NUN İZLENİMLERİ
7 Ekim 1953’te Nazilli’ye gelen şair ve ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nazilli’deki değişimi şöyle gözlemlemiştir:
 “…Altı saat içinde altı lunapark geçtik… Bir de ne görelim şehir baştan aşağı neon ışıkları içinde. Nazilli dediğin nedir ki, Anadolu’da küçük bir kaza değil mi? Gecenin on ikisinde ışık, elektrik ışığı içinde yüzen bir Anadolu kasabasını görmek insanı nasıl sevindirmez… Nazilli’nin iki yakasını bir araya getiren bir ışık fermuarı taa Basma Fabrikası’na kadar uzanmış. Sarı yerine hafif yeşilimtırak bir ışık. Bu ışığın altında yürüdük. Gayet nazik bir memur, belediye memuru mu polis mi pek anlayamadım, küçük bir çocuğa seslendi; ‘Bu misafiri Gıdı Gıdı’ya kadar götür…’ dedi. Evvela bir mahalle, bir semt adı sandım. Sonra bir şoför, bir arabacı olabilir dedim. Gıdı Gıdı dedikleri bir küçük, bir maskara dekovil tren imiş. Belli saatlerde işçileri fabrikaya taşırmış… Bir kedim olsa ismini muhakkak Gıdı Gıdı koyardım… Birkaç adım ötede aynı ışıklarla donanmış birkaç otel sıralanmış. Burası kaza değil vilayet merkezi diyorum. Burasını bu hale fabrika soktu diyorlar.
Dükkân önünde bir otobüs duruyor, içinden birçok işçi çıkıyor çoğu kadın. Birkaç erkek var. Fabrika’dan dönüyorlarmış. Gece Postası. Pek yorgun görünmüyorlar, ama kına gecesinden de dönmedikleri belli. Telaşsız adımlarla sokaklara dalıyorlar. Çoğu siyah gömlek üstüne beyaz bir başörtüsü sallandırmış. Geniş yollar, ışıklı yollar, ışıklı oteller, gece yarısı açık dükkânlar, dizi dizi okaliptüs ağaçları.
Kışın kapıya dayandığı bu günlerde Pazar yerindeki sebze çeşidi insanı şaşırtıyor… Eski evlerin dışarıdan çok kalender göründüğüne bakmayın içleri cennet gibi. Derli toplu tertemiz. Nazilli’de bisiklet bolluğu göze çarpıyor. Motosikletler ve takma motorlu bisikletler de var. Bisikletlerin çoğu Basma Fabrikası’nda çalışan işçilerin olmalı. Fabrikanın bir bisiklet garajı var. Yol dümdüz olduğu için işçiler bisikleti benimsemişler.
Fabrikanın Nazilli’ye bağışladığı nimetlerden birisi de bu olmalı. Ne yalan söyleyeyim, sinemada görsem reklamdır derdim. Bana Anadolu’da bir kaza merkezinde işine bisikletle giden beş yüz işçi gördüm deseler kolay kolay aklıma yatmazdı.
Fabrikayı gezdikçe işçilere sağlanan imkânları, kolaylıkları gördükçe şaşırdım kaldım. Sıcak, lezzetli, kuvvetli bir yemek. Boyalarla uğraşanlara süt ve yoğurt, işçiler mahsusu hastane, kreş, kantin, alabildiğince geniş bir bahçe, Kantinin üstünde bir havuz. Havuzun içinde bir heykeltıraşın elinden çıktığını zannettiğim bronz bir heykel, bir kadın heykeli. İşçilerden birisi yapmış. Fabrikada bronz döktürmüş. Aman Allah’ım! Akademide bronza değil alçıya bile dökmek nasip olmaz. Bir de gazoz tezgâhı kurmuşlar. Geliri, işçilerin spor kulübüne veriliyor. Futbol takımları var. Denizli’de yaptığı maçlarda kimseden geri kalmamış.
İstanbul’da eşine az rastlanır bir boyda bir tiyatro salonu var. Geçenlerde ‘Soygun’u oynamışlar. Şehirde böyle bir salon olmadığı için bazı düğünler burada yapılırmış. Balolarda eksik değil. Benim tarihime üst üste iki tane düştü. Fabrika kuruluşunun 16. yılı iki balo ile kutlandı. Birisinde, fabrika işçileriyle aileleri, ötekinde şehirden gelen davetliler vardı. Birisinde yerli oyunlar oynandı, türküler söylendi. Ötekinde bol bol dans edildi. Her ikisi de geç vakte kadar uzadı.
Fabrika ailesinin toplantısında hiç görmediğim bir oyun oynandı. Bir tarafta Köroğlu türküsü söyleniyor, ortada iki kişi bu havaya uygun adımlarla bir koyun yüzüyorlar. Koyun dediğim de yere upuzun yatmış, kaskatı kesilmiş bir genç. Sıra koyun yüzmeye geliyor. Adamcağızı parçalamadan bir güzel şişiriyorlar. Seninki gayet güzel ölü taklidi yaparken biçarenin parçalarından içeriye bir bardak da bira dökmezler mi! O zamana kadar oyunun bütün kısımlarına büyük ustalıkla katlanan genç, yıldırım hızıyla doğruluyor. Bu kötü şakanın hesabını soruyor. Meğer oyun içinde bir başka oyun varmış.
Fabrikanın sanatçısı olan bir genç mikrofon başında hiç de bayat olmayan esprileri döktürüyor. Fabrikanın bülbüllerini birer birer, mikrofon başında şakımaya davet ediyor! Nazlanmadan geliyorlar. Kimi gazel söylüyor, kimi en ön moda caz havalarından birini… Kimi Köroğlu’na girişiyor. Kimi harmandalına. Sonra her sene bu gece çıkarılan Gıdı Gıdı balo gazetesi dağıtılıyor. İçerisinde gene fabrikalı çocuklardan birisinin yaptığı karikatürler var…”
İşte Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu şaşırtan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası gerçeği… Genç cumhuriyetin en devrimci adımlarından biri… Üretime, istihdama, yatırıma önem veren, kendi halkına güvenen, kendini ve dünyayı bilen çağdaş bireyler yetiştirmek isteyen genç cumhuriyetin mucize eserlerinden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası…
ZİHNİYET FARKI
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası hakkında çok önemli bir makalesi olan, Yard. Doç. Dr. Günver Güneş’in şu değerlendirmesine katılmamak mümkün müdür:
 “Fabrika birçok işlevinin yanında Cumhuriyetin temel kavramlarını halka tanıtan bir köprü olmuştur. Sümerbank bir fabrika olmasının ötesinde bir okul, bir eğitim kurumu, Cumhuriyet öğretilerinin yaşama geçirildiği bir alan olmuştur. Dünya üzerindeki herhangi bir şehirde kurulan bir fabrika, elbette o şehir üzerinde birtakım değişiklikler yapmıştır, Ama hiçbirisinin Nazilli Basma Fabrikası’nın Nazilli üzerinde yarattığı sosyal, kültürel, ekonomik değişimler kadar büyük sonuçlar yaratması mümkün değildir. Çalışanlara her türlü imkânı devlet eliyle verip onları ekonomik refaha kavuşturan bu fabrika, çalışanlarına yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okutup Beethoven dinletecek zevke ulaştırabildiyse, işte bu sözü edilen fabrikanın ne kadar değişik bir felsefeyle yola çıktığının ve bulunduğu yerin halkına neler kazandırdığının açık bir göstergesidir.”
1950’li yılların başında tıpkı yine cumhuriyetin dev eseri Köy Enstitüleri gibi bu fabrikalar da ışık saçmaktadır Anadolu’ya…
Düşünsenize, bu fabrikalardan Anadolu’nun her yanına dikildiğini; Edirne’ye, Manisa’ya, Konya’ya, Tunceli’ye, Diyarbakır’a… Türkiye ne duruma gelirdi! Bugün yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal sıkıntılar yaşanır mıydı? En basitinden Türkiye’yi maddi ve manevi bakımdan her geçen gün biraz daha zora sokan “terör belası” olur muydu? Olsa bile bu boyutta olur muydu?
1950’lerden sonra sürekli kan kaybeden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, son darbeyi 14 Kasım 2002’de yemiştir. Cumhuriyetin dev projelerinden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Özelleştirme İdaresi’nce bedelsiz olarak Adnan Menderes Üniversitesi’ne devredilmiştir. Fabrika çalışanları da “gözyaşları” içinde Bursa’ya nakledilmiştir. Kapısına kilit vurulan fabrikanın, üniversitenin kullanımı dışındaki büyük bir bölümü, içindeki tarihi dokuma makineleri, araç ve gereçleriyle çürümeye terk edilmiştir. Dünyanın başka bir yerinde olsa en kötüsü “müze” olarak kullanılacak ve milyonlarca turist çekecek bu dev eser, Cumhuriyetin bu dev projesi, bugün Nazilli’de hayvan ahırından bile kötü bir durumda kaderine terk edilmiştir.
Gerçi bugün, işçilerini sosyal haklardan mahrum eden, hatta işçilerini tekme tokat dövdüren bir hükümetin, Cumhuriyetin “sembol” eseri, Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’na daha iyi davranmasını beklemek de doğrusu safdillik olur…
Türkiye’nin bu gün yaşadığı “ekonomik” ve “sosyo-kültürel” sorunların baş sorumlusu Atatürk’ün Köy Enstitüleri, Sosyal Fabrika, Halkevleri, Uçak sanayi, Demiryolu, İdeal Cumhuriyet Köyü, Toprak Reformu, Dinde Öze Dönüş, gibi “dev projelerini” ABD istekleri doğrultusuna bir kenara bırakan Atatürk sonrası iktidarlardır.
Şimdi elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin:
Marmara’dan Karadeniz’e ikinci bir boğaz açmak mı; yoksa Türkiye’nin dört bir yanına “sosyal fabrikalar” kurmak mı bu ülkeyi kurtarır?

Atatürk'ün İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi

Atatürk'ün ideal cumhuriyet köyü projesi


    Afet İnan, Cumhuriyet’in 50 yılı nedeniyle 1970’lerde tekrar gündeme gelen projenin hayata geçirilmesi için Bayındırlık Bakanlığı ve valilere mektuplar göndermiştir. 70’li yıllarda bu projenin hayata geçirilmesi için “çalışma atölyeleri” bile kuran Afet İnan, finansman sorununun çözülmesi için Meclise yasa tasarısı sunulmasına da önayak olmuştur. Ancak proje bir türlü hayata geçirilememiştir.

    İşte bir zamanlar Başbakan Bülent Ecevit’in “Köykent” ve MHP’nin ‘Tarımkent” projelerinin esin kaynağı Atatürk’ün bu ‘İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi’dir.


   Atatürk’ün İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi’nin amacı “çağdaş” ve “çevreci” bir köy yaratmaktır.
   İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi, daire yerleşim planına sahiptir. Daire planın tam merkezindeki küçük dairenin etrafına, gittikçe genişleyen dört daire eklenmiştir. Plan, bu yönüyle ilk bakışta bir “dart tahtasını” andırmaktadır. Merkezden çevreye doğru helezonik bir biçimde gittikçe genişleyen dört parçalı köy planı, merkezden dışa doğru 6 yolla bölünmüştür.
   Aslı Türk Tarih Kurumu’nda muhafaza edilen “İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi”nde okul, cami, köy konağı, sağlık ocağı, otel–han, çocuk bahçesi ve fabrika dahil toplam 43 yapı bulunmaktadır. Plana göre köyün orta yerine yapılacak ‘anıt’ın etrafında sosyal tesisler, terzi, bakkal, berber gibi mekanlar yer alacaktır.

   Planın tam merkezinde bir “anıt” vardır. Merkezin hemen sağına “Köy Meydanı” yerleştirilmiştir. Köy Meydanı’nda ise “Köy Parkı” ve “Çocuk Bahçesi” vardır. Köy Parkının ve Çocuk Bahçesinin çevresinde ise oyun yeri, telefon, itfaiye, çeşme, havuz ve tuvalet göze çarpmaktadır. Planın sağında, en dış çemberden dışa doğru açılan alanda çok geniş bir koruluk vardır. Koruluğun sonundaki çayın kenarında kuzeyde değirmenler, güneyde ise “yaş ve kuru yonca ile hayvan pancar tarlası” görülmektedir. Planın sağ üst köşesinde “Hayan Mezarlığı” , sol üst köşesinde ise “Asi mezarlık” vardır. Planın yine sol üst köşesinde “Kireç ve taş ocakları”na yer verilmiştir.
  Atatürk’ün İdeal Cumhuriyet Köyü’nde yer alan kurumlar, yapılar ve alanlar şunlardır:
1.   Okul ve Tatbikat Bahçesi,
2.   Öğretmen Evi,
3.   Halk Odası (CHP Kurağı)
4.   Köy Konağı,
5.   Konuk Odası,
6.   Okuma Odası,
7.   Konferans Salonu,
8.   Otel Han,
9.   Çocuk Bahçesi,
10. Köy Parkı,
11. Telefon Santralı ve Köy Söndürgesi,
12. Radyolu Köy Gazinosu
13. Ebe ve Sağlık Kurucusu,
14. Tarımbaşı,
15. Hayvan Sağlık Kurucusu,
16. Sosyal Kurumlar,
17. Ziraat ve Et İşleri Müzesi,
18. Gençler Kulübü,
19. Hamam,
20. Etüv Makinesi (Buğu s.)
21. Köy Yunak Yeri,
22. Cami,
23. Revir,
24. Kooperatifler
25. Köy Dükkanları,
26. Spor Alanı,
27. Damızlık Tavuk, Tavşan ve Arı İstasyonları,
28. Damızlık Ahır (Aygır ve Boğa)
29. Kanara,
30. Mandıra,
31. Değirmenler,
32. Fabrika,
33. Asri Mezarlık,
34. Hayvan Mezarlığı,
35. Kireç, Taş, Tuğla ve Kiremit Ocakları,
36. Yonca ve Hayvan Pancar Tarlası,
37. Koruluk,
38. Köy Gübreliği
39. Fenni Ağıl,
40. Pazar Yeri ve Köy Zahire Locası,
41. Aşım Durağı,
42. Panayır Yeri,
43. Selektör Binası
  İşte Atatürk’ün, 1937 tarihli  “İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi”!…

 Uygulandığı halde aşiret, tarikat eksenli “feodal yapıyı” yok ederek, kalkınmayı ve aydınlanmayı “tabandan”, “köyden” başlatacak; merkezinde “insan”,”hayvan” ve “doğa” olan bir “akıllı proje”!

  Hayvan mezarlığıyla, geniş yeşil alanlarıyla, koruluklarıyla, yaş ve kuru yonca, hayvan pancar tarlasıyla, tavuk, tavşan, arı, aygır ve boğa istasyonlarıyla, hayvan sağlığını koruma merkeziyle dört dörtlük gerçek bir “çevreci” proje!
  Bugün, Türkiye’nin kurtuluşunu, HES’lerde, “çılgın kanal projelerde” görenlerin “çevreye” verdikleri önemle, “İdeal Cumhuriyet Köyü”nün mimarı Atatürk’ün “çevreye” verdiği önemi şöyle bir karşılaştırın bakalım ne sonuç çıkacak?

Hukukun Olmayan İnsanlığı

Elimizden geldiğince bu blog aracılığıyla bilgi ve fikir paylaşmaya çalışıyoruz, farkındaysanız. Aslında farkındasınız, iyi kötü okunuyoruz. Hepiniz sağ olun. Ancak bu blog bizim asıl işimiz değil, birazcık yan dal olarak görüyoruz sanki. Biraz da bazı şeylerin aydınlanması için uğraşıyoruz. Tabi ki kendi görüşlerimiz çerçevesinde. İşte bu yüzden de her şeyi anında yazamayıp, sonraya bıraktığımız da oluyor maalesef. Çünkü başka işlerle de uğraşmak zorundayız yaşam içinde.


İşte bu geç kalınmış yazılardan biri de bu okuduğunuz yazı. Oda-TV'yi veya Soner Yalçın'ı duymuşsunuzdur. Oda-TV'nin yöneticilerinden Doğan Yurdakul'u da belki duyanlar olmuştur. Tecrübeli gazetecilerdendir kendisi yani yıllarını bu mesleğe vermiştir ve şimdi de Soner Yalçın gibi tutukludur. Birtakım iddalar mevcut kendileri hakkında. Ancak konu bu iddialar değil, ölümcül derecede hasta olan Güngör Yurdakul yani Doğan Yurdakul'un eşi. Maalesef kanunlarımız bir tutuklunun (hüküm giymiş veya giymemiş farketmiyor) hasta olan yakınıyla görüşmesine izin vermiyor. Bir tutuklu (hüküm giyse de giymese de) belki dünyanın en lanet insanı olabilir, cani, terörist, siyasi suçlu aklınıza ne geliyorsa yani ama o tutuklunun insanlığını unutuyorsa hukuk sistemi, orada bir yanlış vardır. Maalesef Güngör Yurdakul hayata gözlerini yumdu ve şimdi eşinin cenazeye gidip gidemeyeceği tartışılıyor. Aslında kanunlara göre hüküm giymiş biri için bu hak bulunuyorken; yargılanması devam eden bir kişi için bu kanun yoruma açık. Yani istenirse gidip eşinin cenazesine katılabilir ya da istenmezse hiçbir adım atılamaz. İyi ki istenmemeyi akıl edemediler de Doğan Yurdakul eşinin cenazesinde büyük ihtimalle olacak.


Şimdi sorum şu: Belki Doğan Yurdakul en büyük cezaya çarptırılacak yargılanma sonunda. İşte o zaman bile bir mahkumun insan olma özelliği ortadan yok mu olacak? Aslında mahkum olmamış bir tutuklu olsanız bile, daha ceza almadığınızdan suçsuz olsanız bile, sizin bir insanlığınız yok hukuk karşısında. Bugün 12 Eylül yasaları bunlar diye söyleyip duruyoruz ama bunu değiştirmek bizim elimizdeyken, anayasa ve yasaları ne zaman düzeltebileceğiz? En önemlisi düzelteceğiz diyelim ama hukuka insanlığı da katabilecek miyiz?

10 Eylül 2011 Cumartesi

11 Eylül Gerçekten Bir Terör Örgütü Ürünü Mü?

El Kaide terör örgütünün bayrağı
Birkaç saat sonra 11 Eylül saldırısının 10. yıl dönümüne girmiş olacağız. Bunu son zamanlarda Amerika'nın içerisinde bulunduğu teyakkuzdan da anlamaktayız zaten. Bu 'terör' saldırısını El Kaide isimli terör örgütü üstlenmişti. Biraz El Kaide'ye değinelim bu noktada.

El Kaide 1988 yılında Amerika eliyle SSCB ile olan soğuk savaşta bir piyon olmak üzere kurulmuştur. Amaç SSCB'ye terör belasını sarmak ve de Afganistan'dan uzak tutmaktır. Türkiye'de de olmak üzere bir çok farklı ülkede kanlı eylemler gerçekleştirmiş olan bu örgütün en popüler eylemi ise 11 Eylül saldırısıdır.

El Kaide'nin 2 mayısa kadar ki lideri olan Usame Bin Ladin ise Amerikan ordusundan eğitim almış bir terör örgütü lideridir. Fakat ilginç olansa Suudi Arabistan'da yaşayan çok zengin bir ailenin çocuğu olmasıdır. Genelde hatta %100'e yakını fakir ya da ezilmiş insanlardan oluşmuştur terör örgütlerinin. Bu durumdan bile anlaşılabileceği üzere El Kaide ve 11 eylül saldırısı sıradan bir vaka değildir.  


11 Eylül 2001    

11 Eylül 2001'de hatırlayanlarınız olacaktır, o sıralar Amerika Başkanı olan G. W. Bush saldırı haberini bir okulda almıştı. İlk bakışta haberi aldıktan sonraki hal ve hareketlerinin korku ve sinirle karışık olduğunu fakat soğukkanlılığını koruduğunu düşünüyorsunuz. Ancak görüntüyü tekrar izleyince böylesine ağır ve tarihi bir saldırıyı öğrendikten sonra gözlerindeki heycan ve endişe dışında aşırı soğukkanlılıkla karşıladığını farkediyorsunuz. Adeta bekliyormuş biliyormuşçasına..

Körfez Savaşı'da Saddam Hüseyin'i deviremeyen Amerika (1990-1991 tarihinde G. W. Bush'un babası olan G. H. W. Bush oturuyordu başkanlık koltuğunda) bu kez daha kararlıydı. Irak'a sadece petrol değil su rezervi ve de şirketlerin istihdamı için girmek istiyordu. Orta Doğu'nun en önemli iki nehirin ,Fırat ve Dicle, geçtiği iki ülkeden biriydi Irak, Türkiye ise diğeri. Şirketlerle kol kola hareket eden A.B.D başkanlık makamı içinse savaş askeri bir yenilgi olsa da mali bir başarıdır. Zira United Fruit Company ve Zapata Oil şirketlerinin sahibidir G. W. Bush. Yatırım ve yönetimsel olarak oldukça zayıf olan Bush nasıl olurda bu kadar büyük şirketlere sahip olurdu. Bu da babasının oğlunun gelişimi için gözden çıkardığı bir çok Hindu-Çin, Latin Amerika ve Orta Doğu ülkeleri sayesinde olmuştu.

11 Eylül saldırısı esnasında uzaktan çekilmiş bir görüntü

Gelelim 11 Eylül saldırısına; hava ve kara taramaları en gelişmiş ülke olan Amerika, ne hikmetse kaçırıldığı belirlenmiş ve S.O.S veren iki yolcu uçağının arka arkaya rahatça New York'a girmesine ve dünyanın en sıkı güvenliğiyle korunan Dünya Ticaret Merkezine saplanmasına hiç bir müdahalede bulunamıyor. Üstelik ikiz kulelerin korumasını sağlayan güvenlik şirketinin sahibi G. W. Bush'un küçük kardeşi iken. Bu esnada ise Usame Bin Ladin'in ailesi Bush ailesinin özel uçağıyla Amerika'dan Suudi Arabistan'a gitmekte. 

El Kaide lideri Usame Bin Ladin; Amerika başkanlık seçimlerine bir seneye yakın bir süre kala popülaritesi düşmekteyken bir anda öldürülüveriyor. Üstelik Amerikayla iyi ilişkiler içerisinde olan Pakistan'da bir villada rahatça hayatını sürdürür ve de örgütünü idare ederken.

Kendi yarattığı bir garabete işlerini gördürüp, mağduru oynayarak işi bittikten sonrada çıkarları doğrultusunda eliyle koymuş gibi liderini bulup öldürüp dünyaya 'terörle mücadele' ediyoruz diyor Amerika. Pek tabii Irak'da yataklarında eşleriyle yatarken hiç bir suçları olmadan yatak odaları basılıp yataklarında çocuklarının gözleri önünde öldürülen ve bir ülkenin beyni olan 1.000 kadar akıl ve bilim adamını bizzat askerleriyle öldürdüğünü söylemez Amerika.

Fakat popüler kültürün yaşam alanlarının her noktasına girmesiyle ki özellikle gazeteler boyutunda, halkların git gide daha da teslimiyetçi bir yapıya bürünmesiyle yozlaşma asıl amacına ulaşmaktadır. Bu da 'devlet' eliyle yapılan terörü meşrulaştırmakta ve destek vermektedir.

6 Eylül 2011 Salı

Osmanlı'daki Asi: Şeyh Bedreddin

Şeyh Bedreddin tasviri.
Sosyalizm kelimesinin ve yazılan görüşlerin daha 19. yüzyılda başladığını düşünürsek Osmanlı'daki bazı yenilikçi asiler için sosyalist diyemeyiz ancak sosyalizmin temel bazı adımlarını attıklarını söylememiz gerekir. Sosyalizm kelimesi her ne kadar 19. yüzyılda ortaya çıksa da aslında bu asiler o görüşün kendi topraklarımızdaki öncüleri olduğundan bu toprakların sosyalistleri tarafından örnek alındığı, saygı duyulduğu kabul edilir bir gerçektir. Ve bu asilerden de en biilineni adı ve fikirleri şiirlere, şarkılara konu olan Şeyh Bedreddin'dir.


Bize okutulan Tarih derslerinde Osmanlı'nın ne kadar büyük, ulu, hoşgörülü olduğu anlatılsa da gerçek aslında öyle değildir. Osmanlı işgal ettiği topraklara Türk ve Müslüman insanları yerleştirerek özellikle farklı etnik kökene sahip ve farklı dindeki insanları asimile etmeye çalışmıştır. İşgal ettiği gayrimüslümlerin erkek çocuklarını küçük yaşta alıp, yetiştirmiş ve Müslümanlaştırmıştır. Bu da gelecek kuşakları asimile etmeye çalıştırma olarak adlandırılabilir. Ayrıca sırf Türk ve Müslüman olmayanlar değil; Türk ve Müslüman olup da Müslümanlık içinde farklı inanışlara sahip insanlara da Osmanlı büyük zulümler uygulamış ve bu insanlar da dağlarda, kimsenin yerleşiminin olmadığı yerlerde yaşamaya mecbur bırakılmıştır. Bunun için özellikle Osmanlı'daki Alevilerinin hikayelerini araştırmak mümkündür. 


Şeyh Bedreddin'e gelirsek eğer, 15. yüzyıl Osmanlısında özellikle halkın sömürülmesine, köleleştirilmesine karşı çıkmıştır Bedreddin ve arkadaşları. Osmanlı'nın verimli toprakları hükümdar ve yakınlarına dağıtılırken; topraksız köylüler de bu hükümdar yakınlarına köle oluyor, savaş döneminde de Osmanlı'nın askerlerine dönüşüyordu. Buna karşılık Şeyh Bedrettin ve arkadaşlarıi; halkın arasına karışıp, toprakların onu işleyen, ona alın terini karıştıranların olduğunu, insanların kardeşliğıni söylüyorlardı. Meksikalı devrimci Emiliano Zapata tarzı bir toprak reformunu gerçekleştirmeye çalışan Bedreddin için ortaçağ sosyalisti denmesinin ne kadar doğru olduğu bu düşüncelerinden, amaçlarından belli olmaktadır.


Bedreddin ve arkadaşları İzmir'de, Manisa'da, Edirne'de ayaklanmalara öncülük etmiş olsa da önce  Börklüce Mustafa Karaburun'da yaklaşık 10 bin isyancısıyla birlikte bastırılmış ve Mustafa kafası bedeninden ayrılarak öldürülmüştür. Torlak Kemal ise Manisa'da isyancıları ile birlikte bastırılmış ve öldürülmüştür. Bedreddin özellikle bu iki arkadaşının ölümüden sonra düzenli bir isyan örgütlemeye çalışır. Hazır Fetret Devri'nin sürüyor olması ve Balkanlardaki ayaklanmalar bir fırsat veriyor olsa da Bedreddin de Osmanlı tarafından öldürüldü.


Bu küçük tarih hikayesinden sonra Bedreddin'in Osmanlı'ya biat etmeyişinin bu topraklardaki sosyalizmin başlangıcı olduğunu söylememiz gerekir. Kendi çağının oldukça ilerisinde, sömürüye karşı olması, her ne kadar kapitalizm kelimesi o zaman daha ortaya çıkmamış olsa da kapitalizme karşı olması bize bir asiden çok bir kahraman olduğunun altını çizmemizi söylüyor. Bizim tarih kitaplarımızdaki Bedreddin'in aslında biir hain değil de bir kahraman olması, okuduğumuz kitapların ne kadar gerçeklikten uzak olduğunu da ortaya koyuyor. Tabi eğer siz Bedreddin'in düşüncelerini ne kadar haklı ve doğru olduğunu düşünüyorsanız bu geçerli.

5 Eylül 2011 Pazartesi

Avrupa'da Yaşanan Kriz

2008'den sonraki en büyük krizi yaşıyor dünya. Aslında krizler tarihine bakıldığında Büyük Buhran(1929) ile başlayan ve mütemadiyen, şaşmadan günümüze kadar gelmektedir krizler. İlk krizin kağıt para ve çekin global olarak tedavülünün başlamasından çok kısa bir süre sonra baş göstermesi bir hayli manidar ve düşündürücüdür.

Gelelim Avrupa'nın şu sıralar yaşadığı krize. Nedir bu kriz nerden nasıl çıkmıştır vs vs. AB içerisinden patlak veren bir mali krizdir. 2008 krizinin kaynağı Amerika ve ekonomi açısından büyük bir salaklık olan mortgage idi. Bu krizin sebebiyse bizzat AB yani 27 ülkenin ekonomik ve ulaşım birliğinde bulunduğu yapıdır. Şöyle anlatmak daha anlaşılır olucaktır. Amerika ve Japonya'dan sonra en büyük ekonomi, istikrar ve sanayi olan Almanya ile hiç bir ekonomik açıdan pozitif katkısı olmayan o kalibrede ne üretime ne de tüketime sahip olan Estonya'nın aynı parayı kullanması bu krizin en önemli sebeplerinden birisi. Bu ülkeler sadece bir örnek tabi. Sonuçta Almanya'nın üretimi ve tüketimi dolayısıyla alım gücü ve hayat pahalılığı Estonya ile mukayese edilemez nitelikte. Bunun yanında artan işsizlik ve meşhur siestalarla harmanlanmış az çalışma, Avrupa ekonomisinin dayanaklarından biri olan Offshore bankacılık.. Yani kara para aklamanın Avrupa ayağı olan İsviçre. Bir ayağı buna dayanmış sağlıksız bir ekonomiye sahip AB.

Bununla beraber krizden çıkmak için alınan tedbirler ise; kriz tarihinin baş musebbibi olan; parayla yozlaşmış olan muhafazakar hükümetlerin güttükleri liberal politikalar artık krizler arası mesafeleri de kısaltmakta süre bazında. İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi devletler krizden çıkmak için vergileri artırmak yerine kamu harcamalarını kısmaktadırlar. Buda halkların daha çok tepkisine sebebiyet vermektedir. Vergilerin artması zengin kesim dışındaki halkın ödediği vergiye %10-20 gibi bir etki yaratmakta fakat zengin kesim üzerinde %40-50 oranlarına denk gelmektedir. Kaldı ki buradan gelen parayla yaklaşık 5milyon insana istihdam sağlanabilir İspanya ebadındaki bir ülke için. Zira İspanyadaki işsiz sayısına denk gelmekte. Haliyle bu da şirketlerin kucağında oturan, zengin bir oligarşinin lobisiyle bulunduğu mevkiye gelmiş ve parayla yozlaşmış muhafazakar hükümetlerin işine gelmemekte. Bu yüzden de krizi nakit para yardımlarıyla ve kamu harcamalarını kısarak aşmaya çalışıp bir türlü başarılı olamamaktadırlar.

Sonuç itibariyle Avrupa Birliği'nin lokomotif ülkelerinin aralarında ekonomik açıdan siklet farkı olan devletlerin yükünü çekmeye çalışması, yanlış para politikaları bu krizi tetiklemiştir. Burdan bizler adına çıkarılabilecek en önemli mesaj ise 1euronun 2,5 lira olduğu bir ekonomik yapıda AB'ne katılma hayali kurarak İspanya, İrlanda, Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerin akıbetine uğrama öngörüsünde bulanabilmektir. Bu perspektiften bakınca 2011 Türkiyesinde hala Avrupa Birliği Bakanlığı'nın kurulduğunu görmekse hicap vesilesi.

4 Eylül 2011 Pazar

Cumartesi Annelerine Selam Olsun


27 Mayıs 1995 belki de Türkiye için bir milattı. Bir iç savaşın, devletin kendi çocuklarını öldürmesinin acısı, o acıyı en çok yaşayanların yani annelerin eylemlerinde dillendirilmeye başlanmıştı bu tarihte. Bir çoğu gözaltına alınmış veya nerede olduğu belli olmayan çocuklarını, akrabalarını, eşlerini aramaya koyuldu anneler. Hepsinin de ortak noktası politik bir tavrının olmasıydı. Deniz Gezmişlerin, Sinan Cemgillerin, Ulaş Bardakçıların, Mahir Çayanların, Erdal Erenlerin yolundan geçen kişilerdi onlar. Aileleri bir korku içindeydiler, nerede ve nasıl olduklarına dair. Çoğu yakınlarını kimsesiz mezarlarının içinde buldu, öfkelendi toplananlar ve her geçen gün kalabalık sayısı arttı.  Her hafta cumartesi günleri Galatasaray Meydanı'nda bazen sessizce bazen de inleterek meydanı oturdular. Adlarını da cumartesi gününden aldılar. Cumartesi Anneleri'ydiler artık onlar. Arjantin'deki akranları gibi bir askeri cuntanın veya faşist bir hükümetin ortadan yok ettiği çocuklarını aradılar durdular. Arjantin'dekiler gibi resmi kurumlarca rahatsız edildiler, yerlerde süründüler, dayak yediler, işkenceye uğradılar. Öfkelendiler bu haksızlığa karşı ama eylem iradelerini kaybetmediler. 4 yıl boyunca meydanda oturmaya devam ettiler ancak 1999'da artan baskılar ve tutuklamalardan sonra 200. haftasında eylemlerini sonlandırdılar. Daha  sonra Ergenekon davasının başlamasıyla tekrar aynı meydana geri döndüler. Tek arzuları çocuklarının akıbetini öğrenebilmek. Bugün hala toplu mezarların açılması için mücadele etmeye devam ediyorlar. Haklarında filmler, müzikler, belgeseller yapıldı ve yapılmaya devam ediliyor. Toplu mezarı bilmeyenler için açmak gerekirse insanlar devlet gibi düşünmedikleri için katledildiler ve yeri belli olmayan mezarlara gömüldüler. Yeri belli olmayandan kasıt yani plansız programsız dağın başında, ilk boş görülen yere gömüldüler. Tek suçları farklı düşünmeleriydi ve aileleri çoğunun akıbetini veya mezarını bilmiyor.


Belki onları ilk kabul eden Başbakan Erdoğan olsa da, Berfo Ananın 30 yıldır aradığı oğlu Emir'in akıbetini araştıracağını söylese de daha belli değil Emir'inin sonunun ne olduğu. Kars'ta tutuklandığından sonrası büyük bir karanlık. Her ne kadar Erdoğan kendi döneminde kayıp olan bir kişinin olduğunu söylese de aslında bu sayı binlercedir. Çoğu da Doğu Anadolu'da ve Güneydoğu Anadolu'da yaşayan halkların çocuklarıdır. Çoğunun asker tarafından tutuklandığı bilinse de Genelkurmay'ın arşivlerini açmaması ve bazı şeyleri açıklamaması çok manidardır.Ölümlerini bir kenara bırakın cesetlerinin veya mezarlarının ailelerce bilinmemesi çok büyük ayıptır. Bugün Kürt sorunu, Alevi sorunu bitsin diye bağırırken bu uğurda politikleşmiş sosyalistlerin, Türklerin ve Kürtlerin akıbetinin açıkça devlet tarafından söylenmesi gerekmiyor mu? Bu halkların öfkesini dindirmesi gereken en başta devlet değil midir? Bunlar hep cevaplarını bekleyen sorular ancak hala 33 Kürdü kurşuna dizen Mustafa Muğlalı isminin kışladan kalkmaması dahi bu öfkeyi artırmakta, barışın devlet tarafından istenmediğini belli etmektedir.  Zaten devletin asıl konusu ne bu ülkeninin çocuklarının akıbetini açıklamak ne de bu ülkenin çocuklarının ölmemesi değildir. Bugün devletimiz kendine Yeni Ortadoğu'da üstün bir yer aramaktadır. Kürt sorununu da bu konuda kendi emperyalist düşünceleri için kullanmaktadır. Libya'daki bir özgürleşme hareketi değildir, ABD eliyle veya NATO eliyle özgürlük hiçbir ülkeye gelmemiştir ancak bu emperyalist uğurlarda özgürlük kelimesi sadece kullanılmıştır. Bu da demektir ki hiçbir suçu olmayan Türklerin ve Kürtlerin ölümü devam edecektir. Bunu engellemek için, hiçbir çocuğun kendi çocukları gibi bir son yaşaması için çalışan Cumartesi Annelerine buradan bir selam olsun. Elbet Arjantin'deki annelerin kazandığı zaferler burada da olacaktır ve 336 haftadır eylemlerini sürdüren annelerin olacaktır bu sefer. Eğer bir cumartesi günü yolunuz İstanbul'a ve Galatasaray Meydanı'na düşerse saat 12 civarlarında siz de bu onurlu direnişe katılmayı ihmal etmeyin. Baskılara, işkencelere, tutuklanmalara rağmen onurlu direnişte bulunan onurlu insanların yanında olun.

Not: Cumartesi Anneleri'ne ithafen Bandista'nın Benim Annem Cumartesi'ni dileyebilirsiniz: http://fizy.com/tr#s/19jcs0


Ya da Sezen Aksu'nun Cumartesi Türküsü'nü dinleyebilirsiniz: http://fizy.com/tr#s/1bnp4i

3 Eylül 2011 Cumartesi

Dünyadaki Barışsever Anneler

Madres de Plaza de Mayo: Plaza de Mayo Anneleri
Barış Anneleri İnisiyatifi'nden bir önceki yazımda bahsetmişken, dünyada belki de bu konuda öncü olmuş olan Plaza de Mayo Annelerini de unutmamak gerekir. Plaza de Mayo, Arjantin'in en önemli meydanıdır. Arjantin'in bağımsızlığı da Arjantin cuntasının ilanı da bu meydandan başlamıştır. Cuntadan geriye kalan yaklaşık 30 bin insanın kayıp olması nedeniyle de yıllardır annelere kalmıştır bu meydan. Anneler de bu meydanın adını alarak Plaza de Mayo Anneleri adıyla anılır olmuşlar günümüze kadar. Bir annenin en doğal hakkı olan çocuğunun başına ne geldiğini öğrenmek için tüm bu kayıpları aramak için kurulmuştur. Tabi aynı zamanda askeri cuntanın da yargılanması için mücadele vermektedir. Bizdeki anneler cumartesi günleri sokağa çıkarken oradaki anneler 1977'den beri her perşembe günü meydandadırlar. Tabi 1977'den bugünlere rahatça gelmediler; coplandılar, tutuklandılar, işkenceye uğradılar, yasaklandılar. Ama yılmadan bugüne kadar çocuklarını aramayı sürdürdüler. Bunun yanı sıra her konuda hükümetlerin veya askeri cuntanın yaptıklarını eleştirdiler.


Bizdeki 1980 darbesi nasılsa Arjantin'de de bir askeri cunta ABD desteğiyle iktidara geldi 1976'da. Toplu katliamlar, toplu mezarlar ortaya çıktıkça anneler bir şeyler yapmaya karar verdiler ve 1977'de 12 kişiyle yola çıktılar ve bugün binlercesi her perşembe meydanı dolduruyor artık. Sivil halk direnişi olarak hiçbir baskıya boğun eğmediler. Teröristlerin Anneleri diye adlandırıldılar. Bazıları da deli kadınlar dedi onlar için. Deli kadınlar yerlerde mi sürüklenmediler, hiç mi tutuklanmadılar, işkenceye mi uğranmadılar ama her zaman direnerek askerin geri çekilmesine neden oldular. Dünyaya bu zulmü duyurdular bu direnişleri sayesinde.


Daha sonra 1983'te sivil iktidar başa geldiğinde hala sokaktaydılar çünkü askeri cuntadan bir farkı olmadığını biliyorlardı. Yine birileri askeri cuntayla yapamadıklarını, sivil demokratikleşme yalanıyla yapmaya çalıştılar. Kayıp çocuklarını bulmak yerine bu yeni sivil hükümet, cuntacıları çıkardıkları yasalarla affettiler ve cuntanın faşist politikalarına devam ettiler. "Katiller affetilmesin, kayıplar bulunsun, sorumlular hesap versin" sloganları ilk meyvesini 1995'te Arjantin Genelkurmay Başkanı'nın itirafıyla ve "Yaşadığımız dehşeti daha fazla inkar edemeyiz" sözleriyle vermeye başladı. Ve hala 1995'ten günümüze kadar birçok faşist cuntacı cezalandırılmaya devam ediyor. Bunu başaran sokağın gücüydü, annelerin inancıydı. Bugün artık daha bilinçli, daha politik, daha eğitimli nesillerin yetişmesine ve hiçbir baskıya boyun eğmemesine neden olan deli kadınlardı. 12 kişiden milyonlara ulaşıp, hatta dünyadaki birçok ülkeye örnek olup dünyadaki tüm cuntacıların emellerine ulaşamaması için çalıştılar.


Bilmiyorum, farkında mısınız; bizim ülkemizde de aynı askeri cuntacılar yok muydu? Binlerce kayıp, binlerce kişi öldürülmedi mi faili meçhul veya direkt failli belli cinayetlerle? Hiç kimse cezalandırılabildi mi, askeri cuntacıların önünde saygıyla eğilmeye devam edilmedi mi? Gözü yaşlı anneler bizde de yok muydu?  Cumartesi annelerini anımsarsınız az ya da çok. Her cumartesi günü Galatasaray Meydanı'nı hala, inatla doldurmaya devam ediyorlar. Bu gerçek hikayenin bir de Türkiye ayağı var ve bir dahaki yazıda Türkiye ayağını deşeceğiz.