31 Temmuz 2011 Pazar

Şeriat yükleniyor... HATA! Liberalizm yüklendi!

Necmettin Erbakan'ın 17 Ocak 1970'te Milli Nizam Partisi(MNP)'ni kurarak siyaset sahnesine çıkmasıyla birlikte patlak veren aslında derinlerde bastırılmış olan ve de dinmek bilmeyen bir kangren halini alan 'aşırı' yahut 'uç' muhafazakar ve milliyetçi söylemlerin iktidara gelmesinin rejimi değiştirmesi korkusu üzerine kafa üteleyeceğim biraz. Bu bastırılmış korku Osmanlı İmparatorluğunun dağılması ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması sürecinde baş göstermiştir. Pek tabii Atatürk'ün O zaman ve O şartlar altında aldığı tedbirlerin algılanamaması ve yanlış anlaşılmasıyla ortaya çıkmış, sadece muhafazakar kesimin güçlendiği bir paradokstur bu. Özellikle 3 Kasım 2002'den bu yana iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) ile güçlenen bir korkudur.

Çoğu insanın takıldığı ve arkasını göremediği bir tehlike mevcut. Şeriatın bu ülkeye getirilemeyeceği gün gibi aşikarken insanları aşırı muhafazakar ve milliyetçi olarak suçlayarak nefretin diliyle konuşarak onları bu şekilde aşağılayarak her seçimden sonra zırlayarak bu kesimin zayıflamadığı hatta tam tersine güçlendiği görülmektedir. Mevcut dünya düzeninde batı olarak nitelendirilen; A.B.D ve Avrupa ülkelerinin yarattığı bir oluşum tam gelişememiş ülkelerin zengin tabakalarının bağımlısı olduğu bir düzen, şeriatın gelmesine imkan ve mahal vermemektedir. Huzurlarınızda.. Liberalizm!!

Çocuklar sizin için üşenmedim ve hürriyet gazetesinin anında ücretsiz basıp dağıttığı yetmez ama evet anayasasını açıp baktım neydi yahu bu 2. madde diye.. Ee tabi biz anayasaya önsöz koyan akıldanelerin gölgesinde yeşermiş bir nesiliz. Bakmadan olmaz bu samimiii, muhliiis 2010 sürümü anayasaya. Ne diyor efendim 2. maddede;

" Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. "


Son ibareye dikkat edelim! Sosyal bir hukuk devletidir deniyor. Diyeceksiniz ki liberalizm nedir ne alakadır bu durumla. Hemen açıklıyorum.. Liberalizm; bireysel özgürlük ve tatmindir. Ancak şişede durduğu gibi durmamaktadır günümüzde bu ideoloji. Bireysel özgürlük ve tatmin sadece en zenginlere hitap etmektedir. Ve orta sınıfları dahi fakirleştiren bir düzene dönüşmüş, tüketim bağımlılığıyla tamamen yozlaşmıştır. Klasik tanımlamalarında bireyi devlete karşı korur ve iktidara yasal sınırlamalar getirmektedir vb. şeklinde kağıt para ve çekin keşfedilmediği bir dönemde bulunmuştur. Günümüzde bahsedilen birey genellikle siyasal iktidarlarla al gülüm ver gülüm ilişkisi içerisinde olan uluslararası teknoloji, otomotiv, petrol, gıda, su, elektrik, mühendislik şirketleridir. Kısaca toparlarsak bahsetmiş olduğum kağıt para, çek ve bankacılıkla yozlaşmış liberalizm tamamen zengin bireylerin refahı ve özgürlüğüne çalışmaktadır. Fakirliği yoğunlaştırmakta, sosyal dayanışmayı, güdümsüz adaleti, denetimi, şeffaflığı, örgütlenmeyi ve yasallığı köreltmektedir.

Türkiye'nin geçirdiği asıl değişim budur. Kuruluş felsefesi olan sosyal hukuk devletini tamamen unutmuş, liberal bir devlet haline gelmiştir. Eleştirilerimizi tepkilerimizi inanca, yaşayış tarzına, milliyete yöneltmek yerine bu noktalara yoğunlaştırır isek ne rahatsız olunan kesim güçlenir ne de halk arasında kutuplaşmalar meydana gelir.
Şeriattan korkulmasının hiç bir mantığı yoktur, İslami Bankacılık gibi bir oluşumu yaratarak dinini bile yozlaştıran yobazların (bu terimi özellikle kullanıyorum) kurduğu şeriat yine kulu oldukları parayla çöker. Zira aşırı muhafazakar ve milliyetçi iktidarlar rejim değiştirebilme kudreti ve dirayetine sahip olabilselerdi eğer Avrupa kocaman bir Vatikan'a dönüşürdü. Önemli olan gerçek muhafazakarla yozlaşmış muhafazakarın farkına varıp eleştirileri ona göre yapmaktır. Daha da önemlisi kaybetmiş olduğumuz kuruluş felsefemizi iyice irdeleyip onu geri kazanmak için örgütlenmek, tarafsız adalet ve şeffaflık için iktidara ve özellikle muhalefete baskı yapmaktır.

Unutmayın! Bu ülkenin başına ne geldiyse kendini Atatürkçü addedenlerin cahilliği yüzünden gelmiştir.

Herkes Konuşuyor Ama Ben Bilmiyorum Şu HES’i

HES'lerin yarattığı tahribattan bir görüntü.

Geçen gün bloğumuzdaki “behice hanım ve nöronlarım” yazısını okuduysanız, Yiğit en sondaki notta bize bir eleştiri yapıp bu blog çok siyaset kokuyor diyordu anladığım kadarıyla. Benim de bu nota epeyce alındığımı söylemem gerekiyor. Şakası bir yana pazar gününün rehavetiyle birazcık şu siyaset karmaşası içinden çıkayım diye düşündüm. Hidroelektrik santralleri nedir, protestolar nedendir, bunları konuşmak istiyorum. HES’ler artık siyasi bir platformda da tartışılsa da –yine hükümet içindekilerin yakınlarının bu projelerde olduğu gibi– sadece çevre yönünden bakmak istiyorum tam anlamıyla anlayabilmek için ve siyasete girmemek için.

Öncelikle hidroelektrik santrallerin kabaca çalışma prensibi, yüksekten akan dere suyunun enerjisi çeşitli yollardan geçirilerek elektrik enerjisine dönüştürülür. Bu yüzden de derelerin üzerine hidroelektrik santraller kuruluyor ve kurulmak isteniyor. Şimdi buraya kadar ne var bunda diyebilirsiniz. İşte su akıyor ve bu sayede enerji üretiliyor; hem de görünüşe göre çevreye de bir zararı yok diyebilirsiniz. Ancak sorun tam da bundan sonra başlıyor. Suyun enerjisi artsın diye ve su dere yatağından değil de borular vasıtasıyla aksın diye ormanlar tahrip ediliyor, ağaçlar kesiliyor, vadiler yok ediliyor. O borularla taşınan su yüksek bir yamaçtan, kurulan havuza dökülüp, o enerjiyle de elektrik enerjisi elde ediliyor. Bu yüzden de dere yataklarından su akamıyor, oralardaki yeşillik ve doğa harikası bölge susuzluğa terk ediliyor. Tüm Avrupa’da 12 bin olan bitki türü sadece Türkiye’de 10 bin iken, bu yanlış su politikası yüzünden bitki türleri yok oluyor. Aynı zamanda tarihi miraslarımız olan Allianoi ve Hasankeyf de bu yanlış politikalar ve suyu kullanmayı bilememizden, öğrenmeye çalışmamız yüzünden sular altında kalıyor.

O bölgelerde yaşayan insanlar geçim kaynakları olan suyun özgürce akabilmesi için yokluklar içindeyken hayvanlarını, tarlalarını satarak davalar açıyor ancak mahkeme iptal etse bile santrallerin kurulmasına devam ediliyor. Yanlış da anlaşılmasın üç beş santralden de bahsetmiyoruz. 2000 tane kurulması planlanan santrallerden bahsediyoruz. Bu, Türkiye’nin tüm derelerinin satılması demek. Milyonlarca ağacın kesilmesi, ekosistemin yok olması demek. Yaklaşık olarak 50 yıl sonra doruğa ulaşması beklenen su kıtlığı yüzünden başlaması beklenen su savaşlarına rağmen Türkiye’nin su fakiri olması demek.

Son olarak bu konuyla ilgili hazırlanmış bir belgeseli izlemenizi tavsiye ediyorum.

Anadolu’nun İsyanı: http://www.vimeo.com/19937849

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Kullanılan Çocuklar ve Benim Türklüğüm

Kullanılan çocuklar

Size bu yazıda iki farklı ama bir o kadar da benzer çocukları yazacağım. Bu çocuklar resimde de görüldüğü gibi sol tarafta, babası ile Türk bayraklarının dalgalandığı bir mitinge gitmiş ve de o mitingi renklendirmiş çocuklar ile sağ tarafta, taş atan, vatan haini, birilerinin sokağa saldığı çocuklar. 


Eğer bir miting, devletin işine geliyorsa ve mitingde Türk bayrakları dalgalanıyorsa emin olun o mitingdeki çocuklar, o mitingi renklendiriyor ama devlete başkaldırılan başka bir eylemde çocuklar sokağa salınmış oluyor. Soldaki resim için çocuk babasıyla mitinge gitmiş ne var bunda diyebilirsiniz. Ve o çocuk belki de –babasından gördüğü için ve babasına özendiği için– gerçekten o duyguları paylaşıyor olabilir. Ama aynı şeyler sağdaki resimde de varken –hatta onun ötesinde dilini yasaklamaya çalışan devlete öfke de var– o resimdeki çocuklar hür iradelerini kullanamıyor da birileri sokağa zorla çıkartmış oluyor. Evet, birileri sokakta eylem yapmasını söylüyor o çocuklara ve o çocukları tabir yerindeyse gaza da getiriyor olabilirler. Ama o çocuklar da o savaş ortamında büyürken, okulda kendi dilinin yasaklandığını görürken, bilmediği bir dilde o dili bilen çocuklarla eğitimde yarışması istenirken, eğitim açısından 3-4 yıl geriden gelirken, ailesinden veya komşularından birilerinin öldürüldüğünü seyrederken emin olun o sokağa kendi istekleriyle de çıkıyorlar.


Türk milliyetçilerine bir fanteziden giderek başka bir dünya kurgulamak istiyorum. Düşünelim ki atalarımız Orta Asya’dan Anadolu’ya göç etmemiş ve Çin’i yenen o büyük kahramanlarımız hiç doğmamış; bu durumda da Çin’in esareti altına girmişiz. Bu Çin devleti biz köylerimizde ve şehirlerimizde kendi dilimizde konuşmamıza rağmen ve Çince bilmememize rağmen bizi asimile etmek için Türkçe’nin içinde olmadığı bir eğitime zorluyor. İlk önce öğrenmesi yıllar alan Çince’yi öğrenip sonra da o eğitim sisteminde Çinlileri geçmemiz gerekiyor. İşte o durumda bizim cesur milliyetçilerimiz neler düşünürdü?


Yanlış anlaşılmasın sokakta taş atan çocukları savunmuyorum ama o taraftaki isyana bir ışık tutmak istiyorum. Benim Türklüğüm insanları kendi kökenlerinden koparmayı istemiyor. Benim Türklüğüm sokaktaki çocukları anlıyor ve başka bir dünyanın mümkün olması gerektiğini söylüyor. Benim Türklüğüm diğer dünyada taş atan çocuklar yerine eli kalem tutan ve oyun oynamayı seven çocukları düşlüyor. Çocuklar o yaşta milliyetçi veya sosyalist; Kürt veya Türk olduklarını hissedebilirler ancak hiçbir kulvarda kullanılmasınlar. İlkokul seviyesindeki bir çocuğun İstiklal Marşı’nın 10 kıtasını ezberlemesine ve özel bir gecede o duyguyu aktararak söylemesine ne kadar sinir oluyorsam bu dünyada çocukların elindeki taşa da o kadar sinir oluyorum. Hemen bazılarımız İstiklal Marşı’na da mı karşısın diye çıkışabilir. Ama ben marşa değil, o küçük çocukların günümüze göre ağır dille yazılmış olan ve anlamadıkları bir metinden duygu sömürüsü yapılmasına karşıyım. Her iki tarafta da çocukların da istekli olmasına rağmen çocukların kullanıldığı apaçık ortadadır.


Taşla, sopayla devletin “Vatan sağolsun!” mantığının değişmeyeceği belliyken, ilk önce değişimi zihinlerimizde yapmamız aşikârdır. Çocukları kendi oyunlarıyla yalnız bırakıp, onlara hissettirmeden artık bu büyük sorunu çözmeliyiz. Ve tabi ki çocukları kullanmadan da.

28 Temmuz 2011 Perşembe

behice hanım ve nöronlarım

sabahın köründe ücretsiz servisle gittiğim kipadan aldığım 9.90'lık everest klavye sayesinde hem ekran klavyesinden kurtulmuş hem de yazma aşkıyla dolmuştum.
böyle bir şeyi sekizinci sınıftan beri hissetmediğimi düşünürken dur ulan bizim bi blog vardı düşüncesi kafatasımın boş odalarında yankılandı. lakin yan masada oturan sakallı amcanın işverenine ettiği küfürlere gülerek kendimi unutmam çok da uzun sürmedi.
eve geldiğim an tam da işte şimdi oldu yazdıkça yazarım beni kimse tutamaz dedim. fakat evin en serin lokasyonunu nokta atışıyla bulan ananemin hol'de annemle ettiği muhabbetlere kulak misafiri olmam, yeniden tüm yaratıcılığımı öldürmüştü.
behice hanımı tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren ananem beni hem çocukluğumu geçirdiğim mahalleden, hem de hiç tanımadığım behice hanımdan ziyadesiyle tiksindirmişti.
kendi kendime bi post gireyim artık ayıb oluyo amınakoyim diyerek nolabilir nolabilir aklımda bişey vardı amk neydi neydi diye iç sesimle yaptığım çığırtkanlıklar yerini ben diyim 5 sen de 15 sn içinde melih gökçek gülümsemesindeki kestirilemeyen ipnelik gibi behice hanımın hayırsız kocasına ettiğim beddualara bırakmıştı..

ananem karpuzdan yedikçe coşuyor, coştukça serinliyor, serinledikçe anlatıyordu. kendi kendime ulan acaba kafka böyle kasvet görmüşmüdür derken fox tv magazin dış sesini duydum. tam daha kötü olamaz diye düşünürken annem de ananeme hiç yapmaması gereken o gaz ikmalini kısık sesli çıkçıkçık'ıyla vermiş bulundu...

tam anlamıyla tükenmiştim. blog'un adınının HERBOKolog olmasından mütevellit ben de siyasetle ilgili girdiler yapmak istemiyor, fakat daha fazla yazmamamın bu yola birlikte çıktığım arkadaşlarıma ayıp olacağından korkuyordum.
gta oyununda olsak şu an silah şifresini yazar annem ananem ve lanet olası behice hanımın kocasını vurur, polis şifresiyle dertlerime son vererek bi sigara yakar,güzide blogumuza sakin kafayla nice yazılar, komikli resimler, düşen kedi-köpek vidyoları koyardım.
karpuzun bitmesiyle rehavet çöken ananemin 15dakikalık sessizliğinden faydalanarak bir hışımla uzunca bir deneme yazdım.

şimdi cuma mesaisini tamamlamış memur ferahlığıyla balkondaki yatağıma yatabilir, kendimi filitreli düşüncelere gark edebilirdim..

to be continued!

behice hanımın dramı nasıl son bulacak? kocası tövbe edecek, içkiyi ve kumarı bırakacak mı? karpuzun bitmesini sağlayan dış etmen kim? kedimin yılışıklıkları ve ıslak burnuna karşı bulduğum dahiyane çözümde intihal var mı? hepsi ve daha fazlası haftaya kendi gününde kendi saatinde




not: şu ana kadar arkadaşlarımın girdiği yazılara yakışmayan hareketler peşinde koştuğumun farkındayım fakat blog'un sadece siyasette kalmasını istemedim. en nihayetinde hepimizin söyleyecek çok şeyi var.siyasi yönümü sktretmiş değilim fakat komikli vidyo ve resimler için bizi izlemeye devam edin

Demokratik Ol(a)mayan Kongo Cumhuriyeti

coltan maddesi
Bazı haber sitelerinde denk gelmişsinizdir.. Kongo'da kolera 279 insanı öldürdü haberlerine. UNICEF'in adeta konuşlandığı ancak en çok çocuk askere sahip olan ülkelerden biri olan aynı zamanda Demokratik Cumhuriyet ambalajına sahip olup resmi dili fransızca olan bir ironiler diyarı adeta Kongo.
Mütemadiyen her mevsim görürüz Kongo'da yüzlerce ölü insan haberini.. Ama UNICEF hep ordadır, UNESCO hep ordadır, Hollywood yıldızları basın ordusuyla birlikte her sene ziyaret eder, ilgi yoğundur. Fakat ilginin alakanın onlarca katı zayiat verilir. İyi hoş ama neden onca Afrika ülkesi içerisinde en çok ölüm, en janjanlı ambalaja sahip olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde?

Bunun sebebi hepimizin olmazsa olmazı olan Playstation, laptop, fotoğraf makinesi, cep telefonu gibi cihazların yapımında kullanılan tantalum genel adı altındaki coltan maddesidir. Dünya bilinen coltan rezervlerinin %90'ı Kongo'da bulunmaktadır. Hatta Kongo'nun sınır komşusu Ruanda'nın coltan madenlerini yağmalaması sonucu 2000 yılının Noelinde Playstation kıtlığının yaşandığıda bazılarımızca hatırlanacaktır.
Diğer yoğun sömürge saldırısı altında bulunan Orta Asya, Orta Doğu, Latin Amerika ve Afrika ülkeleri gibi Kongo'da da yaşanan yağmanın baş müsebbibi meşhur şirketokrasidir.

Nedir şirketokrasi diye merak edenler için ufak bir parantez açmakta fayda var. Şirketokrasi; dünyaca ünlü su, gıda, petrol, mühendislik, elektrik, teknoloji şirketlerinin amansızca kar etmek amacıyla başta A.B.D olmak üzere büyük devletlerle içiçe olan yapıları sayesinde saydığım coğrafyalarda insan haklarını ihlal eden düzenin genel bir adıdır. Biraz daha açmak gerekirse; 42. A.B.D başkanı Bill Clinton'ın dışişleri bakanı George Schultz, Bechtel Corporation yönetim kurulu üyesi, savunma bakanı Casper Weinberger ise şirketin hukuk müşaviriydi.

Şirketokrasiye yardımcı olan etmenlerin başında ise binlerce gönüllüsü adeta aptal yerine konan Birleşmiş Milletler kuruluşları olan UNICEF, UNESCO gibi oluşumlardır. Diyeceksiniz ki, bunlar kar amacı gütmeyen yardım kuruluşları nasıl olurda insanlık suçu işlenmesinde katkıda bulunur? Bu gibi sözde yardım kuruluşlarının faydasının son derece az, yetersiz ve suça mahal verir şekilde olmasının sebebi yerel olmamalarıdır. Tabiki bu kuruluşların şeffaf mali yapıları mevcut. Ancak yerel kuruluşlar olmadıkları için, bağışlanan paranın çok büyük bir kısmı gönüllülerin temiz yiyecek içecek, yolculuk masrafları, en önemliside sigortalarına gitmektedir. Geri kalan meblağ ise ancak bir narkoz kadar etkili olabilmektedir. Kaldı ki bir çok itirafçı tarafından da dile getirildiği üzere meslek edindirme çalışmalarıysa tamamen baştan savma şekilde yapılmaktadır. Örnek olarak Amerika'dan Afrikaya getirilen gönüllü bir çift hayatlarında hiç tarımla uğraşmadıklarını ancak çiftçilik öğretmek üzere fakir çiftçilerin başına gönderildiklerini belirtmektedir. Bu gibi itiraf veya şikayetler sıkça yaşanmaktadır. Sonuçta yardım kuruluşları dünyaya şu mesajı verir; "Sizde bize katılın! Bakın Afrika ve Orta Doğu'daki çocukları ve hastaları kurtarıyoruz! Bize katılmıyorsanızda içiniz rahat olsun burda herşey yolunda!"

Gelelim Kongo'da yaşanan ölümlere.. BM araştırmaları tarafından Kongo'da 1998-2004 arası 4milyon insanın öldüğü belirtiliyor. Ayda 38.000, günde ise 1.250 insan ölümü Kongo için standarttır. Bu ölümlerin %70'i önlenebilir hastalıklar ve açlıklardan olmaktadır. Bu noktada da yardım örgütlerininde sadece göstermelik bir mecra olduğu görülmektedir. Komşu ülke Ruanda teşvik edilerek onlara silah satılarak Kongo üzerinde yerel baskı kurulması ve işgal altında tutulması sağlanmaktadır malum ülkelerce. Kongo'daki coltan madenlerinde mahkumlar çalıştırılmaktadır hiç bir ücret ödenmeden, burda da insan hakları ihlal edilmektedir. Böylece Ruanda tarafından işgal edilen ülkede ilk olarak yağmalanan madenlerde binlerce mahkum ya ölmekte yada firar etmektedir. Firar eden mahkumlarda küçük çocuklardan kadınlara kızlara kadar herkese tecavüz etmekte işgalci askerler tarafından yardım görülmekte desteklenmektedir. Vahşet öyle boyutlardadır ki tecavüze uğrayan kadınların gözleri kör olana kadar tuzla ovulmakta, kolları bacakları yakılmakta kesilmektedir. Bu ihlal edilen insan hakları zinciri toplum kültürünü de erozyona uğratmaktadır. Kültür erozyonunun yanında da yaratılmış olan açlık ve sefalet halkın yemek için kanuna aykırı bir şekilde maymun ve türevlerini avlamalarına sebebiyet vermektedir. Dünya mirası olan canlıların içerisindeki dağ gorillerinin neslide bu yüzden tükenmeyle karşı karşıya kalmıştır. İnsanları çaresizlikle suça yöneltmekte durumun ayrı bir trajik yanıdır. Tam anlamıyla hem içten hem dıştan bir çöküş ve kıyım yaşanmaktadır.

Sunulanı değil gerçek olanı görmek herşeyden önemlidir. Bahsi geçen yardım kuruluşları yapıları itibariyle temiz olsalarda kötüye, ölüme, savaşa, tecavüze, açlığa, hastalığa hizmet etmektedir. Bu kuruluşları değil bölgenin halkı tarafından kurulan yerel yardım örgütlerini dikkate almak ve onlara yardım etmek herşeyden önemlidir. Hele ki Amerika'nın Irak savaşına her sene 87 milyar dolar harcarken, bu miktarın yarısına yeryüzündeki herkese temiz su, yeterli besin, uygun sağlık koşulları ve temel eğitim sağlanabileceğini ortaya koyan BM raporları varken..

26 Temmuz 2011 Salı

Diyarbakır’daki Eylem Neydi?

Eylemden bir fotoğraf



Diyarbakır’da geçen gün bir eylem yapıldı. Özgür-Der tarafından bu eylemde ilgi çekici sıralanmıştı. Türbanın tüm okullarda serbest olmasından, andımızın kaldırılmasına; anadilde eğitimden Milli Güvenlik dersinin kaldırılmasına kadar farklı talepler özellikle muhafazakâr, türbanlı ve kara çarşaflı kadınlar tarafından dillendirildi. Şimdi bu konuları birazcık açmak, bunlarla ilgili konuşmak gerekiyor.

Türban sorunu bu ülkenin yıllardır derin sorunlarından birisidir. Etrafımda hiç türbanlı tanıdığım ve arkadaşım olmamasına rağmen özellikle üniversitede serbest bırakılması gerektiğini her zaman savunmuşumdur. Bir olgunluğa ulaşmış bir kitlenin dini ritüellerinde serbest olması en doğal haktır. Ancak ilköğretim ve liseyi düşününce bu olgunluğun yerini aile baskısının alması aşikârdır. Din nedir, ne değildir daha bunu bilmeyen bir neslin zorlamayla başının kapatılması, başı açık kız çocuklarının karşısında türbanlı küçük kızları psikolojik olarak oldukça zorlayacaktır. Bazılarımız bu konuda hepimizin ailelerimizin çizgisinde gittiğimizi, bu durumda da ailelerinin çizgisinden giden bu küçük kızları normal karşılamamız gerektiğini söyleyecektir. Evet, kendimden örnek vermek gerekirse baskıcı bir ailede büyümediğim için şu an bu şekilde, bu düşüncelerde olabilirim. Belki bana da bazı şeyler baskıyla aşılanabilirdi. Ancak bana sağlanan özgürlük ortamı kendimi daha rahat tanımamı sağlamıştır. Babamla oturup siyaset tartışmam lisedeki son zamanlarıma denk gelmiş olsa da; bu o zamana kadar kendimi geliştirmediğim anlamına gelmez. Aile veya komşu sohbetlerinde çoğu kez babamın görüşlerine itiraz etmiş olsam da bunu pek paylaşmamışımdır ilk zamanlarda. Ancak beynimde bu olayları konuşmak ve tartışmak beni şimdiye getirmiştir. Bunu sağlayan babamın siyasi görüşlerini takip etmem değil, bana sağladıkları özgür ortamdır. Türban konusu da bu özgür ortamdan geçmeli ve kişi kendi doğrusuna baskıya uğramadan, rahatça karar vermelidir. Ama bu karar net olarak çıkana kadar ilköğretimi bitirmiş ve liseye başlamış olacağından türbanı takıp, takmayacağına üniversiteye geçtiğinde, bir olgunluğa ve dünya görüşüne sahip olduktan sonra karar vermelidir.

Andımız konusuna gelirsek, içeriğindeki aşırı milliyetçi durumu eleştirmeyeceğim. Andımız fikrini ortaya atan Milli Eğitim eski bakanı Hasan Ali Yücel’i de oğlu olan Can Yücel’i de yani Can Baba’yı da her zaman takdir etmişimdir ve hayranlıkla yazılarını, şiirlerini okumuşumdur. Ancak ilköğretim çağındaki 7 ila 15 yaş aralığını düşünürsek hangi çocuk Andımız’ı ciddiye almaktadır? Çocuklar için Andımız sıkıcı bir zorunluluk değil midir? O yaştaki çocukların zekâ seviyesi bu metni ne kadar anlayabilmektedir? Andımız’ın hiçbir ulusal anlamı var mıdır? Andımız çocuklar için bağırarak boş şeyler söylemekten farksız mıdır? Öncelikle bu soruları çocuklara sorabilirsek ve bunu okuyanlar da onlar olduğu için kalkmaması için hiçbir neden ortada kalmayacaktır.

Anadil konusunda ise bugün zaten bazı kesimlere uygulanan bu hakkın herkese uygulanması ve ırk ayrımı yapılmaması gerekir. Elbette ki Türkçe bu ülkenin resmi dilidir ve herkese öğretilmelidir. Bu ülkede farklı her etnik kökenin buluşma dili Türkçe’dir ancak Türkçe’yi bilmeyen çocuklara anadilinden yola çıkarak değil de anadilini yasaklayarak Türkçe öğretilmeye çalışılırsa o çocuklar Türkçe’yi de bu ülkeyi de kendi hayatlarını da sevmemeye başlarlar. Bu yüzden anadilde eğitim herkesin hakkı olmalı ve hiçbir dil yasaklanmamalıdır.

Milli Güvenlik dersleri denilince aklıma derse gelen albay geliyor en başta. Askeriye mantığıyla ast-üst ilişkisinin ve soğukluğunun hemen fark edildiği bu derslerde farklı şeyler söylemek hemen albayın dikkatini çekerdi. Özgür bir ortamda konuştuğunuzu sansanız da o özgürlüğün olmadığı açıktı. Askerle ilgili bazı şeyleri eleştirmek sizi hemen vatan haini yapabilirdi, belki de yapmayabilirdi ama karşınızdaki bir albaydı ve sizin dikkat etmeniz gerekiyordu. Kitaplardaki asker politikalarının yanlış olduğunu görseniz de bunu dile getirmek pek hayırlı olmayabilirdi. Evet, askeriye olağanüstü durumlarda, tehditlerde ve ülke savunmasında gerçekten önemli ve değerli bir kurumdur. Ama askeriye mantığını askerlere anlatılmalıdır. Sivil okullarda okuyan (Askeri okullar yerine ilköğretim ve liselerin hepsinde) gençlerin öğrenmesi gereken askeriye mantığı değil diplomasidir. Silahla değil; diplomasiyle, konuşmayla sorunların çözümüdür. Belki de o zaman darbeleri savunmayacak, darbeleri istemeyecek, darbelere karşı bir toplum oluşabilir. Milli Güvenlik dersiyle bunun sağlanamayacağı açıktır.



25 Temmuz 2011 Pazartesi

Zahiri İsyanlar

Kuzey Afrika ve Orta Doğu'da isyanların yaşandığı ülkeler

Kuzey Afrika ve bir kısım Orta Doğu ülkelerinde yaklaşık 6 ay kadar önce çıkmış, BBC ve CNN International kanallarının adeta bahar müjdesi gibi servis ettiği ayaklanmalar zinciridir. İlk gördüğümüz anda hepimizin iktidara karşıysa tamam halk bağımsızlığını kazanıyor diyerek tebessüm ettiğimiz ve bir miktarda da tatminkarlık hissettiğimiz durumdur. Fakat olayların asıl yüzünün 'sunulduğu' gibi olmadığı iki ülke özelinde ayyuka çıkmıştır. Kimdir bu ülkeler? Neden bu ayaklanma bahsedildiği gibi özgürleşme ayaklanması değildir onca can kaybına rağmen?
Bu ülkeler ayaklanmanın ilk yaşandığı ülkelerden biri olan Mısır ve kanserli bir hücreye dönen Libya'dır.
Libya'ya yapılan müdahalede A.B.D ve Nato birlikte hareket etmiştir. Deklare ettikleri amaç; isyan eden halkın yanında yer alıp rezil seks düşkünü sadist diktatör Muammar Gaddafi'yi yerinden etmek. Böylelikle Libya'da demokrasi çağını başlatmak. Tabii silahlı müdahalelerin yanında başka yaptırımlarla da Gaddafi'yi köşeye sıkıştırmak amaçlanmıştır. Bunların en önemlileri; offshore bankacılıkla aklanan paraların yasallaştırıldığı 2. durak olan İsviçre'deki Gaddafi hesaplarının dondurulması ve yakalanma talebi çıkarılmasıdır. Bu noktada hayli ilginç bir ironi dikkat çekmektedir. Bu ironi dünyanın dört bir yanında terörist hareketlere; aklanan paralarla verilen desteğin yanında bizzat kurdukları, başına 2 mayıs tarihinde öldürdükleri Usame Bin Ladin'i geçirdikleri el-Kaide de dahil olmak üzere A.B.D ve bir kısım Avrupa ülkelerinin verdiği destektir. Bir yanda kalkıp diyeceksiniz ki biz Libya'daki masum halkın sesine kulak veriyoruz ve onlara yardım elimizi uzatıyoruz diğer yanda ise aynı masumluktaki insan kitlelerini hedef alan teröre tam destek verip bir de bu mecradan kar elde edeceksiniz. BBC ve CNN International kanallarının desteğiylede bunu cici bir şekilde yutturacaksınız. Bu esnada her zamanki beceriksizliği ve kayıtsızlığıyla halkı kışkırtıp örgütlemeye çalışırken yakalanan MI6 ve CIA ajanlarınıda akıldan çıkarmamakta fayda var.

Mısır'daki durumsa; devrilen Hüsnü Mübarek'in ardından ülke yönetimine ordunun başındaki Muhammed Hüseyin Tantavi'nin gelmiş olmasıdır her ne kadar geçici süreylede olsa. Aynı antidemokratik rejim sürmektedir. Kaldı ki Mübarek devrildikten sonra çıkan hıristiyan katliamları önü alınamaz bir noktaya gelmiştir. Tarih sürecinde hiç bir yozlaşmamış yahut güdümlü olmayan devrim arayışı zulüm uygulamamıştır. Sebebiyse devrim ayaklanmalarının parolaları olan; herkes için eşitlik, herkes için adalet, herkes için barıştır. Mısır'da yaşanan zulümse belli kanallar tarafından lanse edilen devrim arayışına temelden aykırıdır.

Bu noktada Irak özeline değinmek farklı bir bakış açısını açabilir. Amerika'nın bu coğrafyaya ilk müdahalesi(Dünya Savaşları dışında) 1953 yılına denk gelmektedir. Halkın büyük bir desteğiyle devletin başına gelen ve ilk iş olarak Irak petrollerini millileştiren Muhammed Musaddık'ı devirmek ilk vukuat olarak tarihe geçmiştir. Bu işi ise 26. A.B.D başkanı Theodore Roosevelt'in torunu Kermit Roosevelt üstlenmiştir. Halkın arasına girip onları yavaş yavaş kışkırtmış ve ayaklanma çıkarmıştır. Bu sayede reformist Muhammed Musaddık devrilmiş ve yerine petrolü tekrar A.B.D güdümüne sokan Şah Rıza Muhammed Pehlevi getirilmiştir. Bu darbeyi 4 ağustos 2009 tarihinde mevcut A.B.D başkanı Barack Obama itiraf etmiştir. Ancak bu şekilde müdahalelerde yakalanma riski büyük bir infiale sebebiyet vereceği için sistem değiştirilerek ekonomik tetikçi devrine geçilmiştir. Ekonomik tetikçiler, özel araştırma şirketlerine danışmanlıkta bulunan şahıslardır. Bu danışmanlar mühendislik ve enerji şirketlerinin gelişmemiş ülkelerdeki yatırımlarına öncülük eder. Devlet başkan ve güruhuna şişirilmiş gelişme oranları öngörerek bu ülkeleri borçlandırır. Devlet başkanlarını seks, rüşvet ve itibarla yozlaştırarak istedikleri BM oyunu, petrol ve su rezervlerini kullanır.

Sonuç itibariyle rejim değiştirmeyen bu zahiri isyanlar güdümlü ve planlı bir şekilde yürürlüğe konulmuş bahsi geçen coğrafyada kontrol ve sömürge pekiştirilmiştir.

24 Temmuz 2011 Pazar

Zeytinburnu’da Neler Oluyor?


Zeytinburnu'nda Gerginlik
Birkaç gündür eğer gazeteleri ve televizyonları takip edebiliyorsanız Zeytinburnu’nda bir şeyler oluyor. Bazı provokatörler gerilen Kürt-Türk meselesine deyim yerindeyse gaz veriyor. Maraş, Çorum ve Sivas katliamlarını hatırlatan bu provokatör hareketlerin Zeytinburnu’nda bir iç savaş çıkarmak istediği Facebook üzerinden yazdıkları yorumlardan anlaşılıyor. Bu ülkede bazı Kürtler, Türklerden kazandığı parayla ekmeğini çıkarırken; aynı zamanda da bazı Türkler, Kürtlerden kazandığı parayla ekmeğini çıkarırken Zeytinburnu gibi Türk ve Kürt nüfusunun oldukça çok olduğu bir yerde çıkarılmak istenilen bu olayların sonu kan akmasına kadar hatta tamamen toplumsal ayrışmaya kadar gideceği aşikâr. Tabi ki bu olaylara bir dur denilmezse. Toplumun tüm kesimlerinin ülkemizin çok uluslu, çok dilli yapısını takdir ettiği bir ortamda kendi işinde gücünde olan Kürtlerin üzerine Milliyetçi kesimlerin salınmasına neden olanlar aslında bu ülkeyi bölmekten başka amaçlarının olmadığını gösteriyor. Bir iç savaşın bu ülkeye mal edeceklerini düşünürsek krizin boyutları çok geniş ve kapsamlı olacaktır. Siyasi ve toplumsal yanının yanı sıra ekonominin de çok büyük düzeyde sarsılacağı çok açıktır. Zaten Kürt sorunu yüzünden doğuda hayvancılık yasaklanmış ve dışarıdan angus alımına gidilmiştir. Bu sorunun çözümü için silahlı yolu gösterenlerin 30 yılı aşkın süredir 40’dan fazla yapılmış ama başarılı olmamış askeri operasyonları hatırlatmak istiyorum. Ki PKK’nın ilk kurulumundan bu yana, bağımsız devlet isteğinden artık verseniz de almayız durumuna gelen Kürtlerle oturup, konuşulma yolu çok açıktır. Lozan Anlaşması’ndan beri Ermeniler kendi dilinde eğitim alabiliyorlarsa bunun Kürtlere sağlanmaması için hiçbir neden yoktur. Bugün yerel seçimlerde seçtiğimiz belediye başkanları seçildikleri il veya ilçelere bir proje yapmak istediklerinde Hazine Bakanlığı’ndan onay almak zorunda kalmamalıdır. Çünkü bu durum iktidarla o belediyenin farklı siyasi partilerin elinde olması durumunda “Aman o parti yapmasın, biz eğer o belediyeyi alırsak, biz yaparız” noktasına gelebiliyor. Zaten Şırnak Belediyesi’nin yıllık işçi masraflarını karşıladıktan sonra geriye kalan 50 bin liralık parayla –bir yıldan geriye kalan yıllık bütçesidir– bir proje yapması imkânsızdır. İktidarların diktatörleşmesindense yerel yönetimlerin güçlendirilmesi farklı siyasi görüşler için bir gerekliliktir. Tabi ki Kürtlerin veya Türklerin her istediği olmayacaktır ama bir ortak yolun, ortak görüşün de oluşması bu iç sıkan durumu değiştirecektir. Bugün PKK’nın yapmış olduğu son saldırı oluşabilecek barış ortamına engel olmuştur, Türk milliyetçilerini ayaklandırmıştır. Bu saldırı aynı zamanda PKK’nın içinde de provokatörlerin olduğunu göstermiştir. Artık bundan sonra yapılması gereken bu askerlerin nasıl öldüğünü tartışmak yerine –ha el bombaları yüzünden ha uçakların attığı bombalar yüzünden– başka kimseler ölmesin diye çalışmaya başlamaktır. Bu kadar askerin veya PKK’lının nasıl öldüğü sadece ailelerini ilgilendirmektedir ve hem TSK hem de PKK kabaca tabirle bugüne kadar ölenler ile ilgili tüm hesabı ölenlerin ailelerine vermelidir. Eğer bir barış kurarken kan hesabına girilirse –şu kadar Türk veya bu kadar Kürt öldü meselesi– ortaya bir barış çıkmayacağı kesindir. İlk önce bu barışı ölenlerin aileleri istemelidir; ölenlerin hepsi bu ülkenin çocuklarıdır ve onlara en güzel hediye bir daha kimsenin öldürülmeyeceği bir barıştır. Unutmamalıyız ki iki iyi arkadaş birbirleriyle sürekli kavga eder ve birbirlerinin arkasından konuşurlarsa tekrar o eski dostluklarına hiçbir zaman dönemezler.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Peki, Devrim İnternette Olur Mu?

“The Revolution will not be televised.” sloganıyla herbokolog serüvenine başlamış bulunuyoruz. Sloganın Türkçe karşılığı “Devrim televizyonda olmaz.”  Peki, biz niye internetten bir şeylere başlıyoruz, buradan neyi başarabileceğiz ve internetten bir devrim çıkabilir mi? Televizyon dediğimiz alet bize farklı kanallarla farklı bilgiler veren bir kutucuk. Aynı zamanda o bilgileri sunanla tartışamayacağımız da bir iletişimsizlik aracı. Kısacası o yayını ya kabul edeceğiz ya da kanalı değiştireceğiz. Tabi bir de her istenilen bilgi de yayınlanamıyor, farklı bilgilere sansür uygulanıyor. Ancak internette bu bilgileri tartışabiliyoruz ve her farklı sesi dinlenebiliyoruz. Eğer internete de bir sansür gelmezse internetin işlevini en iyi Mısır Devrimi denilen olaylarda görebiliyoruz. Mısır halkı, Google Mısır sorumlularından birinin başlattığı bir hareketle sonu Mısır Başkanı’nın ülkeyi terk etmesine kadar uzayan olaylar silsilesine neden oldu. Halk devrimini yaptı diyebiliriz bu konuda ve bu olay internetten başladı. Bu olaylarda ideolojisi olmayan, sonu netleşemeyen bir hareket başlamış olsa da en başta bu olaylar internet devrimi denilmeye yetebilir. Ancak bu şekilde başlayan hareketlerin başarılı olabilmesi için interneti aşması gerektiği de bir gerçekliktir. Bugün sosyal ortamdaki farklı sesler eğer sokakta veya başka itiraz alanlarında birleşemiyorsa, o hareketin bir sonucu da olmayacaktır. Örneğin YGS itirazları internet ortamından başlayıp, sokakta başarılı olmuş ancak bazı temel eksiklikler nedeniyle başarılı olamamış bir harekettir. Bu eksiklikleri ortadan kaldırarak bugün kadın ölümlerine karşı ortak bir ses ortaya çıkarılabilir. Aynı şekilde çalışan tüm kesimlerin durumunun iyileştirilmesi çok net bir şekilde konuşulabilir. Bu yapılacak hareketler eğer başarılı olursa kesinlikle bu bir devrim olacaktır ve sansürsüz internetin de önemi ortaya çıkacaktır. Yanlış anlaşılmasın bu blogda yapılmak istenilen şey –en azından benim hedeflediğim şey- farklı seslere dair bir kıvılcım çakmaktır. Aynı zamanda sosyal ortamda konuşmaktan başka bir şey yapmayanları –kendim de dâhildir buna- harekete geçirmektir. Buradan bir devrim başlatacağımızı haşa tabi ki düşünmüyoruz ve böyle büyük bir görev haddimize de değil. Ancak internetin gücünden faydalanarak böyle düşüncelerin de olduğunu göstermeye çalışacağız. Bu yüzden takipte kalın! 

İmamın Ordusu - 3

Toplantı sonrasında Cihaner, Erzincan polisinden söz konusu adreslerle ilgili çalışma yapıp rapor vermesini istedi. Birkaç gün sonra raporda, belirlenen adreslerde iddia konusu olayın geçmediği yazıyordu. Bunun üzerine Başsavcı, aynı araştırmayı İl Jandarma Alay Komutanlığı’ndan istedi. Jandarmadan gelen rapor ise emniyeti yalanlıyordu; medrese eğitimi verilen evlerin tespit edildiği yönündeydi.
( syf. 158 )

Nihayetinde, telefon kullanılmadan, polisten gizlenerek yüzyüze yapılan haberleşmeler sonucunda, 23 Şubat 2009 tarihinde İsmailağa Cemaatine yönelik operasyon gerçekleştirilebildi. Cemaate bağlı vakıfların Erzincan ve bazı ilçelerinde 4 ila 6 yaşındaki çocuklara yatılı dini eğitim verdiği tespit edilmişti. “Bir şekilde engellenmeye çalışıldığının” hissedilmesi nedeniyle sadece Erzincan’la sınırlı tutulan operasyonda ilk aşamada 30’a yakın kişi gözaltına alındı. Zanlılardan 9’u “suç işlemek amacıyla örgüt kurmak” ve “örgüte üye olmak” suçlamalarıyla tutuklandı. Operasyonda yatılı din eğitimi alan 60’a yakın çocuk tespit edildi. Cihaner'in daha sonra Adalet Bakanlığı’na gönderdiği savunmasında, dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in bu dönemde kendisini arayarak “Seçimler yaklaşıyor, bu soruşturma bizi zora sokuyor’ dediği yer aldı. Cihaner savunmasında ayrıca Ceza İşleri Genel Müdür Yardımcısı Çetin Şen tarafından arandığını ve böyle soruşturmaların insanın başını derde sokacağını, Ankara’da ortalığın toz duman olduğunu, yaptığı soruşturmanın Ergenekon soruşturmasına misilleme olarak algılanacağını söylediğini de belirtti.
( syf. 159-160 )

Barajın bulunduğu yer, askerin yetki alanında olmasına karşın, Erzincan Emniyet Amirliği’ne mensup polisler, bizzat Erzurum Özel Yetkili Başsavcısı Osman Şanal’ın nezaretinde aramalara başlamıştı. Aramalarda gerçekten de silah ve mühimmat bulundu. 10 el bombası, 1 adet kimyasal el bombası, 3 adet el bombası fünyesi, 2 adet 40 milimetrelik bombaatar mühimmatı, 310 adet 5 milimetre uzunluğunda uzun namlulu silah fişeği, 5 adet Bixi silahına ait çelik çekirdekli yangın fişeği, 1 adet uçaksavar fişeği, 6 adet Commet aydınlatma fişeği, 1 adet renkli küçük sis kutusunun yanı sıra bir cep telefonu ile telefondan ayrı vaziyette bir de sim kartı ve hafıza kartı da bulunmuştu. Göl sularının çekilmesiyle bulunduğu öne sürülen silah ve mühimmatı atanlar, her nedense kendilerine ulaşılacak bilgiyi barındıran “cep telefonu ve sim kartı da olay yerine atınca”, yapılan teknik inceleme sonucu zanlılara ulaşılmıştı.
( syf. 163 )

Bankalar, gazeteler, televizyon kanallarıyla hızlı bir yükselişe geçen Yiğit’in, Çakıcı’yla yaptığı konuşmalar Milliyet gazetesini satın almasından 6 gün sonra 13 Ekim 1998’de Sağlar tarafından açıklandı. Konuşmalarda, Çakıcı’nın ihaleye girecek diğer işadamlarını tehdit ettiğinden ve hükümetin geçtiği iltimaslardan bahsediliyordu. Kasetin şalvarlı bir kişi tarafından kendisine elden verildiğini belirten Sağlar’ın açıklamaları üzerine Yiğit, Türkbank ihalesine katılmasının nedeninin Alaattin Çakıcı değil, Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel ve daha sonra da Güneş Taner’in yönlendirmesiyle olduğunu söyledi. Türkbank’la kendisi ilgilenmeden önce devletin iki defa bankayı satma teşebbüsünde bulunduğunu ve Çakıcı’nın her iki satış teşebbüsüne de müdahale ettiğini hatırlatan Yiğit, Mesut Yılmaz’ı kastederek, “En büyük hatam devletin Başbakan’ına inanmamdı” dedi. “İhaleye fesat karıştırmak” suçlamasıyla açılan soruşturma tutuklanan Yiğit, gözaltında tutulurken emniyette verdiği ifadede, Türkbank ihalesiyle ilgili kendisine komplo kurulduğunu öne sürerek, dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz ve Devlet Bakanı Güneş Taner’in bankanın satışı ile gelişmelerden önceden haberdar olduğunu iddia etti. Skandalla birlikte Yılmaz Hükümeti de sarsıldı. CHP, verdiği güvenoyonu çekti ve 25 Kasım 1998'de hükümet düştü. Yılmaz, Devlet Bakanı Güneş Taner’le birlikte Cumhuriyet tarihinde Yüce Divan’da yargılanan ilk başbakan da oldu. Yüce Divan, 23 Haziran 2006’da davanın kesin hükme bağlanmasını kendisinin de Başbakan Yardımcısı olarak görev aldığı DSP, MHP ve ANAP hükümeti zamanında 22 Aralık 2000’de çıkarılan ve Rahşan Affı olarak bilinen 4616 sayılı Şartla Salıverilme Yasası uyarınca erteledi.
( syf. 189-190 )

“Raporda geçen ‘harici çalışmalar’dan kasıt İDB tarafından isimsiz, imzasız bilgi notu başlığı altında operasyonel birimlere gönderilen istihbarat notlarını içermektedir. Söz konusu istihbarat notlarına Emniyette sadece İstihbarat Daire Başkanlığı’nda mevcut teknik imkânlar sayesinde kişilerin geriye dönük telefon trafiğinden ve arşiv bilgilerinden yola çıkarak hukuken hiçbir geçerliliği olmayan ve hazırlayan açısından da hiçbir sorumluluk yüklenmeyen bilgiler bulunmaktadır. Bu sayede hedef olarak seçilen kişiler art niyetli olunması halinde istenilen her olaya, bir mizansen dâhilinde hiçbir somut bilgi ve belgeye ihtiyaç duyulmadan rahatça bağlanabilmekte, şüpheli kişiler ve hayali örgütler yaratılabilmektedir. Ülkemizde son dönemde yaşanan hukuk karmaşası ve kaotik ortamın oluşmasında yukarıda anlatılan hiçbir hukuki değeri olmayan, görevlilerin insafına kalmış istihbarı çalışmaların emniyet birimlerince art niyetli bir şekilde soruşturma aşamalarında kullanılmasının çok önemli bir paya sahip olduğu yadsınamaz bir gerçektir.”
( syf. 226 )


........ Hanefi Avcı, KOM Daire Başkanlığı’nın ardından kızak sayılacak bir görevle önce Edirne’ye ardından da Eskişehir’e emniyet müdürü olarak atanmıştı. “İl emniyet müdürlüğü nasıl kızak görev olur?” diye soranlara Avcı’nın görevlendirildiği Edirne ve Eskişehir’in AKP’nin iktidar olamadığı kentler olduğunu anımsatmakta fayda var. Yolsuzluklar konusunda dürüstlüğünden hükümet dâhil kimsenin kuşku duymadığı Avcı’nın, AKP’li bir yönetimin olduğu kentlerde kazara da olsa bir yolsuzluk tespit etmesi istenen bir durumdu çünkü. Ancak özellikle Eskişehir için bu sözkonusu olmadı. Avcı’nın uzun süren sessizlik dönemini bozan ise çarpıcı iddialar ortaya attığı yazdığı kitabı oldu. 20 Ağustos 2010’da piyasaya çıkan “Haliçte Yaşayan Simonlar Dün Devlet Bugün Cemaat” adını verdiği kitabında Avcı, Fethullah Gülen cemaatinin devleti ele geçirdiğini iddia ediyordu. Kitabında telefonlarının dinlemeye alındığını, komployu fark edince de İçişleri Bakanı'na şikâyette bulunduğu anlatan Avcı, tüm yaşananları Başbakan'ın Başdanışmanına anlattığını, aradan aylar geçmesine rağmen herhangi bir gelişme olmayınca da kitap yazmaya karar verdiğini söylüyordu.
( syf. 267-277 )

Bir dönemin mağdurlarının, zulmedenlerle hesaplaşmasına dönen bu sürecin de bir gün hesaplaşılan bir dönem olup olmayacağı bize yine zaman gösterecek. Bu kitapla amacımız elbet bir takım suçlamalara maruz kalan emniyetçileri ve elbette Ergenekon sanıklarını aklamaya çalışmak değildi. Kısaca, “Kral çıplak” diyenlerin başlarına ne geldiğini göstermek istedik. Çünkü maalesef bunu yapan medya organları ya da gazeteciler yok denecek kadar az. Var olanlar da ekonomik ya da ideolojik gerekçelerle türlü biçimlerde sansürlenerek susturulmuş durumda. Bu yüzdendir ki son dönemde Ergenekon ve benzeri soruşturmalara ilişkin yazılan kitapların sayısında ciddi bir artış görülüyor. Haber yazamadığı için kitap yazanların yanı sıra, yazılan yanlı ve “rıza üretimi” gerçekleştirmek maksadıyla yapılan haberlerin derlendiği kitaplar da mevcut elbette. Ancak görünen o ki, kravatlı vesayet iddiaları artarsa haber yapılamayan ülkede belki kitap yazmak değil ama okuyucuya ulaştırmak hayli zor olacakmış gibi görünüyor.
( syf. 297-298 -son sayfa- )

31/03/2011 tarihinde internete düşen kitabın orjinaline ulaşmak isteyenler için;

http://www.2shared.com/document/X9_5Llm5/dokunan_yanar.html

İmamın Ordusu - 2

Polis Akademisi’ni bitiren öğrencilerin başlamış olduğu görev, yeni gruplar oluşturularak imam kadrolarını belirledikleri, imamların genelde üst rütbeli şahıslardan seçildiği, mezun olan öğrencilerden maaşa geçtikten sonra, bekâr olanlardan maaşının 1/5’i, evli olanlardan ise 1/10’u nispetinde himmet adı altında para topladıkları, ........
( syf. 105-106 )

Hürriyet gazetesinin manşetinde “Poliste Skandal” başlılı bir haber vardı. Habere göre, Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral’ın çeşitli suçlardan aranan akrabası, başkentte polis tarafından yakalandığı halde birkaç saat sonra serbest bırakılmıştı. 26-27 Mart 1999 günlerinde olan olay 1,5 ay sonra elbette ki İstanbul polisi tarafından medyaya servis edilmişti. Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral’ın amca çocuğu olan ve 1995’te soyadını değiştiren Âdem Halim Sarıalioğlu’nun, “Silahlı çete kurmak” suçundan aranırken İstanbul polisi ile Emniyet Genel Müdürlüğü’nün çabaları sonucu başkentte 8 kişiyle birlikte yakalandığı; üstlerinde 1 Kalaşnikof, 1 Scorpion marka otomatik silah, 11 tabanca, 245 fişek, 1 çelik yelek de bulunduğu ama birkaç saat sonra serbest bırakıldığı anlatılıyordu. İşin ilginç yanı, Adem Halim Sarıalioğlu’na ait 9 mm. çaplı Browning marka tabanca ruhsatlıydı ve arandığı dönemde 13 Ekim 1998’de Ankara Valiliği vermişti.
( syf. 107 )

Osman Ak, Kırıkkale 2. Asliye Ceza Mahkemesi’ne sunduğu yazılı savunmasında aslında tüm dinleme sürecinin nedenini de açıklamış oluyordu: “Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, eski İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan’ın hakkındaki yargılama kararını bozdurmak için Yargıtay’da bazı kişilere rüşvet verileceğini, bu işlemde aracı olanlardan birisinin Tuncay Özkan’la ilişki içinde olduğunu beyanla, anılan şahısla işbirliğine girilerek çok gizli bir çalışma yapılması, safahata ilişkin ara makamların yazılı ya da şifahi olarak bilgilendirilmemesi yolundaki talimatı üzerine, Özkan, İstihbarat Şubesi’ndeki ilgili personelimizle ilişkiye geçirilmiş, aracı olduğu iddia edilen şahısla temas sağlanmış, verdiği bilgiler doğrultusunda yapılan ön çalışmalarda anlatımları tatmin edici bulunmayınca şahsın ilişkide olduğunu iddia ettiği yargı mensubumuzla teması gözlenmiş ve olayın tamamen uydurma olduğu kanaatine varılmıştır. Yargıtay’ı şaibe altında bırakacak bu uydurma iddia, hiç bir yargı mensubunu deşifre etmeden, sonuçlanmış, komplo bertaraf edilmiştir.”
( syf. 109 )

Özellikle Ergenekon soruşturmalarında çok sık başvurulan bir yöntem olan isimsiz ihbar telefonları ve mektupları ile elektronik postaların Fethullahçı polisler tarafından yönlendirilen ve kontrol edilen tüm operasyonlarda kullanıldığını öne süren Saçan, “Hâkim oldukları İstihbarat ve Organize Suçlar birimlerinde yasal olmayan yollardan dinleme yapıp izledikleri hedefleri hakkında istedikleri suçu yaratabilecek ve bu suçla teknik dinleme ve izlemeleri uyumlu hale getirebilecek düzenleme yapabilmektedirler. Böylece diledikleri suç malzemelerini hedef şahısta bulabilecek ortamı hazırladıktan sonra yaptıkları soruşturmayı yasal hale dönüştürmektedirler. Yani önce yasal olmayan yollardan suç ve delil ihdas edip sonra ihbarlarla konu kendilerine yeni intikal etmiş gibi işleme başlamakta, savcılık ve mahkemeleri de aldatmakta ve inandırmaktadırlar” diyordu. Saçan bunun örneğinin de kendi başına geldiğini şöyle anlatıyordu:
“Bu iddialarıma somut örnek yargılandığım Ergenekon iddianamesine de konu olan Duyu-San Ltd. Şirketi baskınında görülecektir. Babasını tanıdığım bir tiner bağımlısı çocuk, Organize Suçlar Şube Müdürü Ayhan Buran ve Organize ile İstihbarat Şubelerinden sorumlu Müdür Yardımcısı tarafından kullanılarak, babasının işyerinin El Kaide Bomba İmalâthanesi olduğuna dair telefon ihbarı yaptırılmış, bu ihbar üzerine düzenekten habersiz bir Terörle Mücadele Şube Ekibi ihbarda geçen işyerine gidip ihbarın asılsız olduğuna dair bir rapor tutmuştur. Bu rapora rağmen sanki oraya hiç gidilmemiş gibi DGM Savcılığından ihbar tutanağı esas alınarak arama kararı alması istenmiş ve DGM Hâkimince ‘El Kaide örgütünün bomba imalathanesinin aranması için’ yasal arama izni verilmiş bunun üzerine ertesi gün aynı yere onlarca polisle gidilip bomba imalathanesi yerine ‘Organize Suçlar Şube Müdürü olduğum döneme ait binlerce sayfa, evrak, kaset sureti vs’ bulunmuştur. Olay tarafımızdan tek tek tespit edilip savcılığa başvuru yapılmıştır. Bu yüzden dönemin Organize Suçlar Şube Müdürü A. B. adli görevi kötüye kullanmak ve adli mercileri yanıltmaktan halen Fatih 5. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaktadır. Ancak bu operasyon nedeniyle hem meslekten çıkartıldım, hem adli ceza aldım…”
( syf. 148-149 )

Kendisinin de bizzat tanık olduğunu söylediği emniyetteki cemaat ögütlenmesinin 1978’lerde özellikle polis okulları, polis koleji ve akademisinde faal halde bulunduğunu belirten Saçan şöyle diyordu: “Başlangıçta eğitim, personel, okullar gibi geri plandaki birimlerde sonraları, İstihbarat Daire Başkanlığı ki orada çalıştığım
1988-91 döneminde müthiş örgütlüydüler, Kaçakçılık, Terörle Mücadele, Asayiş Daire Başkanlığı ve ilgili il birimlerinde yaygın ve etkili olarak örgütlendiler. Yurtdışına gidişler ve yurtdışı eğitim kurslarında liyakat cemaate mensubiyetle ölçülmekteydi... Bu arkadaşlarımız genelde mülayim, dindar, kimseye bir zarar vermeyen sessiz, ağırbaşlı, dürüst yapıdaydılar. Gün geçtikçe emniyet örgütünde ciddi anlamda güçlendiklerini görüldü… Savunmama başlarken 1980 yılında üç komiser yardımcısının Polis Kolejine atandığını ve bundan sonra okuldan Işık Evlerine gitmelerin başladığını belirtmiştim. Bunlardan birisinin halen İstihbarat Daire Başkanı R. A. olduğunu söylemiştim. R. A. Trabzon Emniyet Müdürü iken Rahip Santaro cinayeti oldu. Mc Donald’s bombalandı. Futbolcu Gökdeniz Karadeniz’in evi ve arabası kurşunlandı, bazı göstericiler linç edilmeye kalkışıldı ve sonunda Trabzon’dan kalkıp İstanbul’a gelen birileri Hrant Dink’i öldürdü. R. A. İstihbarat Başkanı olduktan sonra Danıştay Saldırısı gerçekleşti ve YÖK baskını oldu. O dönemki ikinci Komiser yardımcısı Malatya Emniyet Müdürü A. O. K.’dır. Orada da Zirve Katliamı oldu. Üçüncüsü Mustafa Sağlam’dır. O da Haziran 2009 kararnamesi ile Diyarbakır Emniyet Müdürü oldu. Orayı da dikkatle izlemek lazım. Yine Atatürk köşesi konusunda tartıştığımız devre arkadaşım H. Ç. 2007 yılında İstanbul Terörden Sorumlu Müdür Yardımcısı olarak Ergenekon operasyonunu hazırlayan kişidir. Bunları kesinlikle suç isnadı için söylemiyorum. Yalnızca hayatın ne kadar ilginç tesadüflere dolu olduğuna olan inancımı anlatmaya çalışıyorum. Bu arada, beni Ergenekon sanığı da yapan ve meslekten çıkarılmama neden olan Duyusan şirketinin deposunun basılmasında şikâyetçi olduğum dönemin Emniyet Müdür Yardımcısı Ş. D. da (şimdi Rize Emniyet Müdürü) Hrant Dink’in öldürüleceğine dair Trabzon Emniyet Müdürlüğünün resmi yazısını işleme koymayanlardan birisidir. Dink öldürüldüğünde Rize Emniyet Müdürüydü, ‘Acaba o gün İstanbul’da mıydı?’ diye sorası geliyor insanın.”
( syf. 149-150 )

........ Ve en önemlisi Türkiye’nin tamamının bir “Tele Kulak” cenneti olduğunu artık kimse inkâr edemiyor. Kitabın hazırlanması aşamasında, kendi telefonlarını dinlendiğini bildiği gibi yılardır benim telefonlarımın da dinlenmesi nedeniyle, Emniyet içindeki üst düzey bir yetkili, “Seni farklı numaralardan aradığımda ve XXX dediğimde çıkıp bakkaldan ya da ankesörlü telefonlardan beni ara” demesi ise konunun vahametinin bir göstergesi olarak önemli.
Işık Evleri, dershaneler, yurtlar derken dünyanın dört bir yanına dağılmış durumdaki ilköğretimden üniversiteye kadar uzanan irili ufaklı eğitim kurumlarından bahsediyoruz. Bunların bir parçası olarak da verilen eğitim bursları da bu zincirin önemli bir halkası. Burs alanında cemaatin hem ideolojik olarak karşısında duran hem de rakibi olan en büyük yapı da kuşkusuz ki Çağdaş Eğitim Vakfı ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğiydi. Bu vakıflar, askerler ve köktenlaik çevreleri de arkalarına alarak kısa sürede örgütlenip Gülenci ve diğer İslamcı cemaatlerin karşısına alarak burs dağıtıyorlar, kız çocuklarının okula gönderilmesine ilişkin kampanyalar düzenliyorlardı. Askerlerle ve bazı Ergenekon sanıklarıyla olan dirsek teması ve kimi zaman faşizmle özdeş tutulan ideolojik saplantıları ayrı bir değerlendirme konusu ama ilginç olan bu iki kurumun da bir kumpasla 2007’den itibaren adı sıkça anılan Ergenekon soruşturmalarına dâhil edilmesi oldu. Ergenekon soruşturması ve davalarının zanlı ya da sanıklarını gerçek suçlarından yargılamaktan çok tamamen bir karalama ve itibarsızlaştırma, siyaset sahnesinde rakiplerini yok ederek tek büyük güç olma planını bir parçası gibi işlediği tespiti yapmak mümkün. Örneğin, yıllarca ÇYDD’nin başkanlığını yapmış ve ömrünü çağdaş bir Türkiye’nin önemine vurgu yaparak eğitime adamış olan Türkan Saylan’ın adının da Ergenekon kapsamında anılması ve hatta evinin basılarak aranması bizzat Ergenekon destekçisi çevrelerden de büyük eleştiri almıştı. ÇEV’in cemaate rakip olması bir yana hedef haline gelmesinde en büyük etken kuşkusuz ki Fethullah Gülen hakkında açılan davada müdâhil olarak yer alması ve Işık Evleri’nde yetiştikten sonra “itirafçı” olan kişileri bulup tanıklık yaptırtmasıydı. Bu nedenle üzerinde baskı kurulmaya çalışılan ÇEV ve ÇYDD, Saadettin Tantan’ın İçişleri Bakanı olduğu dönemde kapatılmak istendi. Bu amaçla vakıf ve dernek üzerinde yapılan araştırmalar incelemelerden bir sonuç çıkmadı. Derken İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü Değerlendirme Bölümü’nde görevli komiser B.Ö. polis kimliğini kullanarak vakfa ajan olarak sızdı. O süreçte evi de kurşunlanmış olan Yaşer’e hem kendisine hem de vakfa yönelik saldırılara ilişkin yardımcı olacağını söyleyerek sızan Komiser B.Ö., iddiaya göre önce Fethullah Gülen’le ilgili görülen davanın tanıkları arasında olan Işık Evleri’nde yetişen “itirafçı”ların kimliğini öğrenip tanıklıklarından vazgeçmesini da sağladı. Ardından da vakfın dağıttığı burslardan PKK’lıların da yararlandırıldığı iddiasını oluşturacak gizli kamera çekimleri gerçekleştirdi.
( syf. 151-152 )

4 Mayıs 2002’de cemaat bağlantılı Işık TV isimli kanalda bir “özel haber” yayınlandı. Haber gerçekten özeldi. Çünkü bir polisin çektiği gizli kamera görüntüleri yayınlanıyordu. Özellikle cemaat medyası başta olmak üzere İslamcı basının hararetle yer verdiği, tartışıp gündemde tutmaya çalıştığı bu haberin görüntülerinin İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden nasıl çıktığı ise hiç sorgulanmadı. Daha sonra Ergenekon sanığı da olan ÇEV Başkanı Gülseven Yaşer görüntülerde gizli kamera kaydını yapan ajan polis B.Ö.’yle, ÇEV’in dağıttığı burslardan PKK’lıların da yararlandırıldığı iddiasını oluşturacak şekilde konuşurken görülüyordu. Yaşer bu konuyla ilgili yaptığı açıklamalarda, B.Ö.’nün, ÇEV bursu alanlardan iki kişinin PKK ile temasta olabileceğini söylemesi üzerine konunun araştırıldığını, hem bu öğrencilerin okuduğu üniversitelerden hem de Cumhuriyet Savcılıklarından alınan adli sicil kayıtlarında böyle bir bilgiye rastlanılmadığını söylemişti. Yaşer’in daha sonra yaptığı açıklamalarda “montajlanmış” dediği çekimler Samanyolu TV ve Kanal 7’de de gösterilip başta Zaman gazetesi olmak üzere İslamcı cenahın gazetelerinde sıkça işlendi. Gülseven Yaşer’in bu görüntüleri, cemaat televizyonunda yayımlanmasından 2 gün sonra müdâhili olduğu Gülen’in yargılandığı davanın 6 Mayıs 2002’deki duruşmasında da Gülen’in avukatları tarafından bant çözümü sunularak mahkemeye verildi. Hemen ertesinde de 33 şehit ailesi adına Yaşer ve ÇEV hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Ankara DGM’ye yapılan bu suç duyurusu görevsizlik kararıyla İstanbul’a gönderildi. 28 Mayıs 2002’de Yaşer’in, İstanbul Emniyet Müdürlüğü polislerince sorgulanmasından sonra İstanbul 6 Nolu D.G.M. Başkanlığı’nın verdiği arama emri uyarınca ÇEV’e 3 Haziran 2002’de yaklaşık 20 kişilik polis grubuyla baskın düzenlendi. Kütüphanede yapılan aramanın ilk dakikasında ise PKK yanlısı el broşürleri ile 2 adet Abdullah Öcalan’ın kitabı bulundu. Kütüphanedeki tüm kitaplarda ÇEV mührü olmasına rağmen bu kitaplarda yoktu. Bulunanlar arasında vakıf çalışanlarının daha önce görmediklerini iddia ettikleri birkaç CD de vardı. İşte o CD’lerden birinin içinde de, ilginç bir tesadüf eseri ÇEV’in de müdahil olduğu Gülen davasının görüldüğü Ankara 2 No’lu DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in bir kadınla sevişirken gizli kamerayla çekilmiş görüntüleri vardı.
( syf. 152-153 )

İmamın Ordusu - 1

Blogumuzun ilk yayınına tutuklandığı haberi kulislere ulaştığında infial etkisi yaratan bir gazetecinin kitabının ufak bir özetiyle başlayacağız. Tahmin ettiğiniz gibi bu gazeteci hala tedbir olarak gözaltında tutuklu bulunan Ahmet Şık. Temennim, şimdilerde mevcut popülist medya ve de halkımızın büyük bir kısmı tarafından neredeyse unutulmaya yüz tutmuş olan basın özgürlüğü ödülüne layık görülmüş gazetecimizin tekrar hatırlanması ve sahip çıkılmasıdır. Paylaşacağımız yazıların aksine kişisel yorum eklenmeyen nadir yazılardan birisi bu olacaktır. Evet.. Kitabın önemli bölümlerini 'dokunmadan' aktararak başlıyoruz;

            İMAMIN ORDUSU

Harp Akademileri Komutanlığı’nın hazırladığı kitapta “İslami tehlike” ile ilgili olarak yer alan saptama da, “Asıl tehlike, geleceğin seçmen ve yöneticilerinin din eğitimiyle yetiştirilme ve yönlendirilmeleri, gelir dağılımındaki dengesizliğin irticai faaliyetlere etkisi, irticanın hortlaması için elverişli ortam yaratmasıdır... Yapılan hesaplara göre, 2 bin ile 2 bin 500 arasında ihtiyaç varken yılda 52 bin mezun veren İmam Hatip Lisesi, kurslar vb. engellenmediğinde 2000’li yıllarda 6-7 milyon oya ulaşacak olan irticai kesim tek başına iktidar olacaktır.”
( syf. 9 )

Evren yurt gezilerinde yaptığı konuşmalarda ayetler, hadisler okuyor, İslamı övüyordu. Darbeciler, cemaatlerin desteği karşılığında okullarda dini eğitimi zorunlu hale getirdiler. Buna karşı Felsefe zorunlu ders olmaktan çıkarılıp seçmeli hale getirildi. Evren’in bu tutumu dini cemaat ve tarikatları rahatlattı. Ortam neredeyse tam aradıkları gibiydi.
( syf. 16 )

AKP’nin iktidara gelmesini ve sonraki seçimlerde iktidarda kalmasını sağlayacak cemaat oylarına duyduğu ihtiyaç, cemaatin de devlet kadrolarında örgütlenmesini sağlayacak iktidara olan ihtiyaçla birleşince bu pragmatik çıkar ilişkisi devletin idari yapısında yıllardır süregelen örgütlenmenin AKP iktidarıyla hızlanmasını da sağladı.
Başta Milli Eğitim ve İçişleri Bakanlığı olmak üzere Sağlık, Ulaştırma, Bayındırlık, Tarım ve Köyişleri ve hatta son dönemde sol gelenekten gelen Ertuğrul Günay’ın başında bulunduğu Kültür Bakanlığı ile bunlara ait bütün genel müdürlüklerin, bölge ve il müdürlüklerinin çok önemli bir kesimi değiştirildi. Atananların tamamı İslamcı gelenekten gelen kadrolardı. Yapılan tasfiyelerle gönderilenlerin yerine gelenler ise geçmiş dönemlerde İslamcı oldukları iddiasıyla görevden alınan bürokrat ve memurlardı.
( syf. 35 )

Adli soruşturmaların kolluk gücünü oluşturan polis teşkilatında örgütlenme cemaate dokunulmazlık ve güven sağlayacak silahlı bir resmi güç aynı zamanda devlet kaynaklarından son derecede önemli ve kesintisiz istihbarat akışının da kaynağı olacaktı. Çünkü Fethullahçıların örgütlenmesinin önünü açan ya da sağlamlaştıran en önemli olgu kuşkusuz ki bilgiye sahip olmaktı.
( syf. 36 )

Polislerin askerlikten muaf tutulmasının yanısıra 2011 bütçesinde, emniyete ayrılan pay bir önceki yıla göre yüzde 23,2 oranında arttırılarak, 10 milyar 578 milyon TL'ye çıkartıldı. 2006 yılından itibaren düzenli olarak bütçeden aldığı pay arttırılan polis teşkilatının neredeyse TSK'nin tümüne ayrılan paya yaklaşan bütçe oranına sahip olması her iktidarın kendisine yakın üniformalılara egemenlik sağladığının da göstergesiydi.
( syf. 37 )

........ Işık Evi kökenli komiser muavinlerinin, cemaatin isteklerine göre belirlenen illerde istihbarat, personel, polis koleji, kaçakçılık gibi önemli birimlerde görev almaları sağlanıyordu. Cemaat bağlantılı olmayanların ise karakollar ve sıradan görev yerleri bulunuyordu. Erkan, neye uğradığını şaşıran cemaatin akademideki görevlileri hakkında tutanak tuttururken hileli kura çekiminin iptal edildiğini duyurdu. Söz konusu olayla ilgili soruşturma başlatılırken birçok ilde kadro değişikliğine de gidildi. Kura çekimi listesi incelendiğinde isimleri işaretli olanların hepsinin daha önce ayarlanmış torbadan kuralarını çektiği belirlendi.
( syf. 45 )

Cemaate tavır alan öğrencileri koruyan komiserlerin süratle tayinlerinin çıkmasıyla yalnız kaldıklarını, şikâyet dilekçesi verdikleri için de cemaat tarafından “komünist” diye sakıncalılar listesine alınarak dayak ve göze kolonya dökmek gibi işkencelere katlanmak zorunda kaldıklarını anlattı. Daha ilginç olan ise cemaatçileri şikâyet edenlerin, “tarikatçı olduklarına ilişkin şikâyet” üzerine soruşturmadan geçmesiydi.
( syf. 48 )

........ 23 Ağustos 1991’de başlayıp 28 Ağustos 1992 tarihinde tamamlanarak adli ve disiplin yönünden müfettiş teklifleri getirilen ve aynı gün suç duyurusunda bulunulan soruşturmanın zanlıları olan Emniyet görevlileri, Sicil Affı Kanunu’nun çıktığı tarih 7 Temmuz 1992’den 53 gün sonra af kapsamına alınıyordu. Ancak burada yanlış olan bir durum yoktu. Sicil affı, suçun işlendiği tarihi gözönünde tutuyordu. Ancak başka bir sorun vardı. Yüksek Disiplin Kurulu’nun kararına dayanak oluşturan Sicil Affı Kanunu’nun 1. maddesinde, af kapsamının yasanın çıkmasından önce çıkan suçları kapsadığı belirtildikten sonra, “Bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce işlenmiş devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlar hariç” diyerek zanlıların suçlandığı fiillerin af kapsamına dâhil edilmediğinin de altı çiziliyordu.
( syf. 62 )

........ MGK tarafından kabul edilen 28 Şubat 1997 kararlarından sonra cemaatin ‘tedbir ve parola sistemini’ değiştirdiği kaydediliyor ve alınan önlemler sıralanıyor. Bu önlemlerin başında, ‘işyerinde ve oturulan çevrede laik ve Atatürkçü bir hava’ yaratılması geliyor. Raporda şunlar belirtiliyor: ‘Hoca Efendi cemaatinin elemanları, ‘Şu an sırtınızda yumurta küfesi taşıyorsunuz. Yanlış bir hareketiniz geri dönülmeyecek hatalara sebebiyet verecektir. Sizler, Hitler’in tankları gibisiniz. Hitler, Rusya’ya doğru ilerlerken, karşısına çıkan bataklıkları aşmak için tankları bataklıklara saplayıp, kendilerini feda ederek arkadan gelenlere yol açmaları gibi, sizler de bu tür fedakârlıklar yaparak, sizden sonra geleceklere ortam hazırlayacak ve cemaatin teşkilatı ele geçirmesini sağlayacaksınız’ parolasıyla hizmet etmektedirler’.
Personel Daire Başkanı Zeki Urgancıoğlu 1998 yılı atamalarını bizzat yürütünce, cemaatin tezgâhı bozuldu. Urgancıoğlu’nun ayağı kaydırıldı. Raporda olayın gelişimi şöyle anlatılıyor: ‘Yapılan tüm atamalar, daire bünyesinde bilgisayar bürosunda kurulu bulunan ve Komiser M.D. ve Komiser M.K.’nin kontrolünde bulunan network sistemi ile yukarıdan tamamen görülmekte ve yapılan tüm atamalar diskete kaydedilerek, akşamları bu sivil gruba gönderilmekte idi. Planlamadan iki-üç gün sonra yapılan planlamalar, cemaatin tüm planlamalarını bozduğundan, siyasi baskı kurularak, İçişleri Bakanı Murat Başesgioğlu’na çeşitli bahaneler uydurularak, başkanın görevden alınması sağlandı’.
( syf. 76-77 )

Cemaatin Finans Kaynakları;
Cemaat mensuplarından alınan aidatlar iş adamlarından, esnaftan, cemaate yakın kişilerden toplanan paralar ve diğer ticari kuruluşlardan elde edilen gelirler oluşturulduğu.
Cemaatin Hiyerarşik Yapısı
1- İstişare grubu: (7) kişiden oluşur Başkanlığını Fethullah Gülen yapar
2- Dünya İmamı: İstişare grubundan biridir. Görevi dünyadaki bölge ve ülke imamlarını atamak istişare sonucu alınan kararları uygulamaktadır.
3- Coğrafi Bölge İmamı: Bir dünya coğrafi bölgesinden sorumlu olan kişidir (Orta Asya imamı Doğu Pasifik İmamı gibi.
4- Ülke İmamı: Bir ülkenin tamamından sorumlu olan kişidir. (İngiltere, Fransa, Türkiye gibi).
5- Bölge İmamı: Bir coğrafi bölgeden sorumlu kişidir.( Marmara bölgesi, Ege bölgesi, Karadeniz bölgesi gibi)
6- İl İmamı: Bir ilin tamamından sorumlu kişidir.
7- İlçe İmamı: İlçenin tamamından sorumlu olan kişidir.
8- Semt İmamı: Semtten sorumlu kişidir.
9- Mahalle İmamı: Mahalleden sorumlu olan kişidir.
10- Ev İmamı: Evden veya yurttan sorumlu olan kişidir.
11- Serrehberler
12- Belletmenler.
13- Öğrenciler ve cemaat mensupları.
( syf. 101-102 )